Bu blog sitesine yer verilen İslâmî bilgilerden, maalesef yanlış olarak bilgilenmiş insanların doğru bir şekilde bilgilenmeleri ve belirli bir zaman öncesinden beri ortaya çıkmış yanlış fikirlerin revaç bulmalarını sağlamak isteyen insanlara karşı Ehl-i Sünnet kaynakları doğrultusunda deliller sunularak reddiyede bulunmak suretiyle İslâmî hakikatlerin ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır. Allâh rısazı için gayret bizden, hidayet ise Yüce Allâh'tandır.

Blog Arşivi

6 Kasım 2008 Perşembe

İbn-i Abbâs'ın En-Nûr suresinin 35. âyetinde geçen ve arapçadaki anlamı itibariyle çok anlamlı olan "NÛR" kelimesini "HÂDÎ" olarak tevil etmesi

Arapça asıllı olan "Nûr" kelimesi, arapçadaki manası itibariyle birçok manaya gelebilir. Türkçe dilinde, bu kelimenin arapçadaki asıl manaları itibariyle gelebileceği manalar normalde kullanılmadığı için, bahiskonusu olan kelimenin geçtiği En-Nûr suresinin 35. âyet-i kerimesine mana verilirken, bir açıklama yapılmadığı taktirde Allâh Teâlâ ile ilgili olan bu âyet-i kerimeyi birçok insan yanlış bir şekilde anlayarak (Allâh'ın haşa bildiğimiz ışık olduğuna inanarak) inancı bozulup Dinden çıkmaya maruz kalır.

Dolayısıyla En-Nûr suresinin 35. âyet-i kerimesinde geçen:


{...اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ}

şeklindeki kısmı, şöyle manalandırmak gerekir:
"Allâh göklerin ve yerin Hidayet edenidir."

Yani Allâh gökteki melekleri ve yeryüzündeki bütün müminleri iman nuruna hidayet edendir (iletendir).

Bahiskonusu olan âyette geçen "Nûr" kelimesini "Hâdi" yani "Hidayet eden" olarak tevil eden, bizzat İbn-i Abbâs'tır (radıyallâhu anh). Bunu imam Taberi birde imam Beyhaki "El-Esmâu ve's-sıfât" adlı kitabında rivayet etmiştir.

Ne var ki böyle bir açıklama yapılmadan hazırlanan birçok meallerde yanlış anlayabilme ihtimalini gözönünde bulundurmadan bu ayete verilen mana: "Allâh yerin ve göğün nurudur ..." şeklinde yazılıdır.

Cahil bir insan böyle bir ifadeyi okuyup da bundan Allâh'ın haşa bir ışık olduğuna veya Allâh'ın, kendisinden ışık saçan bir şey olduğuna inanırsa, bütün İslâm alimlerin sözbirliği ile Dinden çıkar ve derhal Allâh'ın ışık olmadığına ve kesinlikle herhangi bir cisim (eni, boyu, genişliği, boyutları, ölçüsü olan bir şey) olmadığına inanarak inancını düzeltip kelime-i şehadeti getirmesi gerekir. Allâh bizleri imana zarar verecek tüm bozuk inanışlardan korusun.

Allâh bilir, bu bozuk inanca düşmüş olan ne kadar insan vardır. Ne mutlu bu bozuk inanca düşenleri uyararak imana dönmelerini sağlayan insanlara.

15 Ağustos 2008 Cuma

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin delillere dayandırılarak caiz olduğunun beyanı

Alemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd, resüllerin en faziletlisi olan Muhammede, diğer peygamberlere, âline ve pak olan ashabına salât ve selam olsun.

El-Fatihah suresindeki sadece sana ibadet ve senden yardım dileriz mealindeki ayette geçen yardım dilenmesi konusunda ilim ehli der ki yani sadece senden yardımı yaratmanı dileriz.

Hangi müslüman Allâh’tan başkasından yardım dilediğinde, Allâh’ın yaratması olmaksızın başkasının yaratmasıyla yardımın geleceğine inanır ki?! Böyle bir inanca inanan bir müslüman görülmemiştir. Zaten böyle inanan bir kimse vehhabilerin bilmedikleri gibi Allâh’ı bilmemiştir. Allâh’ı bilmeyen kimse ise müslüman değildir. Nitekim imam Gazali: “İbadet ancak Yaratan Mabudu bildikten sonra geçerli olur” demiştir.

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir.

Bu hadisin rivayeti ise Hadis hafızı ibni Hacer tarafından “Âmâlî” adlı kitabında merfu’ olaraktan hasen olarak değerlendirilmiştir. Hadis hafızı el-Heysemî ise: “Bunun ravileri sikadırlar (güvenilirdirler)” demiştir. Beyhakî de bunun rivayetini mevkuf olarak tahric etmiştir. (Bak. Keşfu’l estâr c.4 s.34, Şuabu’l imân c.1 s.445, Mecmau’z-zevâid c.10 s.132 ibni Abbâstan radıyallâhu anhumâ)

Dolayısıyla ehli sünnet alimleri bu ayet ile hadisler arasında uyum olduğunu bildirmişlerdir. O halde aralarında bir çelişkinin olduğundan söz edilemez.

Vehhabiler şüpheye sokmaya çalışarak tevessülü haram kılmak için çokca merfu’ olarak rivayet edilen ibni Abbâsın: “Dilersen Allâh’tan dile yardım dilersen de Allâh’tan yardım dile” mealindeki hadisini zikrederler.

Buna cevaben şöyle denilir: Bu hadis, Allâh’tan başka kimseden dileme, Allâh’tan başka kimseden yardım dileme gibi anlamlara gelmez. Bundan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) muradı ise kendisinden bir şeyin dilenmesinde ve yardımın dilenmesinde Allâh daha önceliklidir. Bu hadis, varit olan: “Müminden başka kimseyle müsahabe etme ve yemeğini müttaki(Allâh’tan hakkıyla korkan kişi)’den başka kimse yemesin” mealindeki diğer hadise benzer.

Bu hadis, müslüman haricinde kalan bir kimseyle müsahabe etmenin haram olduğunu mu ihtiva eder?!
Bu hadisten, müttaki haricinde kalan kimseye yemek yedirmenin haram olduğu mu anlaşılır?!
Elbetteki hayır. Allâh Teâlâ Kur’anı kerimde El-İnsan suresinin 8. ayetinde bildirdiği gibi, kafir olan esire yemek yedirmeye müsaade etmiştir.

Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçilerden olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir. Dolayısıyla Bilal b. Haris el-Muzenî adındaki sahabi, hz. Ömer (radıyallâhu anhu) zamanında meydana gelen kıtlık yılında Allâh’ın Resulünün kabrine gelip şöyle demiştir: “Ya Rasulellâh ümmetin için yağmur dile onlar perişan olmuşlardır.” Bu sahabinin eylemi için tevessül demek de doğrudur istiane (yardım dileme) demek de doğrudur. Zira o Allâh’ın Resulünün kabrine, Allâh’ın Resulünden kendilerini perişan eden o dara düşenleri Allâh’tan yağmur dileyerek kurtarmasını dilemek maksadıyla gitmiştir. Bu hadisi ise Beyhakî sahih bir isnat ile rivayet etmiştir. (Bak. İbni Hacere ait olan Feth’ul barî, c.2 s.495, İbni kesire ait olan El-Bidaye ven-nihaye, c.7 s. 91)

Arapçayı bütün incelikleriyle veya bunların çoğunu bilenler maalesef azdır. Türkiyede ismi tanındığı veya tanınmadığı halde yarım arapçasıyla veya arabî sözlerin anlamlarını tam bilmeyerek kitap tercüme edip piyasaya süren kimselerin bulunması bunun bir göstergesidir. Bazılarının tespit ederek Mustafa İslamoğlu diye adlandırılan kimse ile Yaşar Nuri Öztürk gibi insanların tercümelerinde bulmuş olduğu tercüme hatalarını okuyanlar durumu iyi bilirler. Yaşar Nuri Öztürk bir de pr. dr. ünvanı olan birisi. Allâh bizlere Dinî ilimleri sağlam bir şekilde öğrenmiş sika olan hocalardan öğrenmeyi nasip eylesin. Dolayısıyla hangi ilim dali olursa olsun İslâmî bilgiler sika olmayan kimselerden alınamaz.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde iki kişiye karşı uyarı yaparak onların Dinimizden hiçbir şey bildiklerini sanmadığı bildirmiştir. Bu uyarısı ise bir şeyler öğrenmek isteyen insanların onlara giderek bir şey sormamları içindir.

Hadis almlerinden olan Muslim rivayet eder ki ibni Sirin (radıyallahu anhu) şöyle demişitr: “Muhakkak ki bu ilim Dindir şu halde Dininizi kimden aldığınıza bakın.”

İbnu’l Cevzî “Sifetus-safve” (Üstün kimselerin sıfatları) adlı kitabında
İmam Malik (radıyallahu anhu) hakkında şunları söylediğini rivayet eder: “Muhakkak ki bu hadisler Dindir şu halde Dininizi kimden aldığınıza bakın. Vallâhi buraya (Mescid-i nebevîye) yetmiş adam gelip hepsi filan dedi ki Allâh’ın Resulü dedi ki demişlerdir. Ben ise onlardan bir harf dahi almamışımdır, çünkü onlar bu işin adamları değillerdi. Ne zaman ki Muhammed ibnu Şihâb ez-Zuhrî buraya gelince onun kapısı başında kalabalık halinde olduk, çünkü o bu işin adamıydı” Muhammed ibnu Şihâb ez-Zuhrî ise İmam Ebu Hanife’nin de (radıyallahu anhu) hocalarından birisidir.

Allâh ilmimizi artırsın ve ilmimizle amel etmeyi nasip eylesin.

14 Ağustos 2008 Perşembe

Geçmiş zamanın Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî kitabında vehhabiliği kuran Muhammed bin AbdulVehhab'ı kötü yanlarıyla tanıtıyor

Vehhabililği kuran Muhammed bin AbdulVehhâb’ın nasıl birisi olduğunu bir de hemşehrisi olan hicri 1295 yılında vefat etmiş Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî el-Hanbelî’den öğrenelim ki o erkek ve kadın olmak üzere alim olan hanbelileri kitabında serd etmiştir ve dikkate değer önemli tespitlerde bulunmuştur. Böylece Muhammed bin Abdulvehhab’ı savunup da onun aleyhinde söylenen sözlerin iftira olduğunu iddia edenlerin yalan söyledikleri net bir şekilde belli olur.

İbni Humeyd en-Necdî “Essuhubu’l-Vabile alâ darâihi’l hanabile” isimli kitabının (Mektebu’l-İmam Ahmed yayınevinin 1989 tarihli baskısı itibariyle) 275-276. sayfalarında önemli bilgilere yer vererek Muhammed bin AbdulVehhâb’ın babası olan Abdulvehhab hakkında övücü ifadelerde bulunuyor. Fakat onun oğlu (Muhammed bin AbdulVehhâb) hakkında bilgi vermeye geçerken onunla babası arasında bir ayrılık olduğundan bahs ediyor ve Muhammed bin AbdulVehhâb’ın davetinin şerrinin dört bir yana yayıldığını ve bu davetinin, babasının ölümünden sonra ortaya çıktığına dikkat çekiyor.

Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd bu konuya değinerek şöyle diyor:

“Kendisiyle karşılaştığım bazıları bana haber verdi ki ilim ehlinden bazıları, şeyh AbdulVehhâb ile çağdaş olan kimselerden nakletmişlerdir ki şeyh AbdulVehhâb evladı olan Muhammede karşı, geçmişleri ve kaldığı yöndeki insanlar gibi ilim ile meşgul olmaya razı olmadığı için kızgın idi ve onun hakkında feraset yoluyla onda bir durumun meydana geleceğini söylerdi. Dolayısıyla insanlara derdi ki: ‘Sizin Muhammedden göreceğiniz öyle şer olacak ki!’ Allâh da olan şeylerin olacağını takdir etmiştir.

Aynı şekilde onun oğlu olan (AbdulVehhâb’ın oğlu) Süleyman da kardeşi olan şeyh Muhammede daveti hususunda karşı çıkıp ona karşı ayetler ve eserler ile iyi bir reddiyede bulunmuştur. Zira kendisine reddiyede bulunulan Muhammed, bu iki kaynak dışında kalanları kabul etmezdi ve kim olursa olsun ne mütekaddim olan (geçmiş klasik olan alim) ne de müteahhir olan (sonraki gelen alim) hiç bir alimin sözüne de aldırmazdı şeyh Takiyyuddin ibni Teymiye ve öğrencisi ibni’l Kayyim el-Cevziyye müstesna. Dolayısıyla bu iksinin sözlerini tevili mümkün olmayan bir nassmışcasına kabul ederek bu ikisin sözleri anlaşılmayacak üzere olsa da onlarla insaların üzerine atılırdı.

Şeyh Süleyman kardeşine karşı olan reddiyesine “Faslu’l-hitâb fir-raddi alâ Muhammed ibni AbdulVehhâb” adını vermiştir.
Ortalığı korkutan o korkunç saldırılar bulunduğu halde, Allâh Süleymanı, onun -yani kardeşi olan Muhammed bin AbdulVehhâb’ın- şerrinden ve tuzağından selamette kılmıştır . Öyle ki bir kimse Muhammede karşı tavır alıp reddiyede bulunsaydı ve Muhammedin de onu aşıkar olarak katletmeye gücü yetmeseydi ona suikast yapılması için geceleyin yatağında veya çarşıda öldürecek birilerini gönderirdi kendisine muhalefet edenleri tekfir etmesi ve onların katlini helal kılmasından dolayı.

Ayrıca denildi ki bir beldede bulunan bir deli vardı ve adetindendir ki kendisiyle yüzleşen kimseye silahla da olsa vurar (saldırır). Dolayısıyla Muhammed ona bir kılıcın verilmesini ve kardeşi şeyh Süleymanın yanına Camide yalnızken girmesinin sağlanmasını emretmiştir. Bunun üzerine delinin Camiye girmesi sağlanmıştır. Böylece şeyh Süleyman onu gördüğünde ondan korktu deli ise kılıcı elinden attı ve şöyle söyler oldu:
Ey Süleyman korkma sen emniyet altına alınanlardansın.’ Şüphe yoktur ki bu kerametlerdendir. Zikrolunan Süleymanın arkasında da erdemli, takva sahibi ve neciblerden olan zamanında son derece vera sahibi olan öyle ki hakkında asrın en vera sahibi olduğu söylenen AbdulAziz vardı...”

Bu konu hakkında oldukça önemli bilgilerin yer aldığı arapça olarak yazılmış kitabı kendi gözleriyle görüp okumak isteyenler, kitabı tam şekliyle şu linkten indirip yukardaki yazıda belirtilmiş sayfalara bakarak okuyabilirler:

http://www.muslems.net/vb/uploaded/1731_1222915027.rar

29 Temmuz 2008 Salı

Sarf ve Nahiv (arapça dilbilgisi kuralları) ilmi hakkında önemli bir fetva

Sarf ile nahiv ilmi hakkında bir alim şöyle bir manzume demiştir:
النَّحْوُ وَالصَّرْفُ كِلاَهُمَا شُرِطْ * * * لِقَارِىءِ الْحَدِيثِ خَشْيَةَ الْغَلَطْ
لَكِنَّ هَذَا فِي السَّلِيقِيِّ سَقَطْ * * * لأَمْنِهِ مِنَ الْوُقُوعِ فِي الْغَلَطْ
Manası: Yanlışa düşme endişesi bulunduğu için hadis okuyacak kimse için, sarf ve nahv'in her ikisi şarttır. Ancak bu durum, yanlışa düşmeyeceğinden emin olduğu için seliki olan kimseden (arapçayı konuşmasında düzgünce kullanan kimseden) düşer. (yani böyle birisi, arapçayı düzgün kullandığı için hadis okuyabilir)

Nahiv ilmi, sahabe günlerinde yoktu. Etraflıca şerh edilmiş değildi. Sahabe’nin nahve ihtiyaçları yoktu. Çünkü onların konuşma dili, nahiv dersi görmeksizin nahve uygundur. Sahabeden ummi olanların (okuma-yazma bilmeyenlerin) kendi dillerindeki telaffuzları, nahvi öğrenmeden nahve uygundu. Onların doğal bir özellik olarak sözleri nahve uygundu. Daha sonra araplar, arap olmayanların içine karışınca dil değişti ve arap ile başka müslümanların ağızlarından çıkan yanlışlar yaygın hale geldi. Nahvi öğrenmek de artık farz-ı kifaye oldu.

Hadis okuyana gelince, onun nahvi bilmesi farz-ı ayndır. Çünkü o nahvi bilmeyip de Peygamberin (aleyhisselâm) hadislerinden bir hadisi bir kitaptan okumak isterse o zaman olabilir ki onu hadisin manasını bozacak şekilde, hadisin manasını değiştirecek şekilde okur. Böylece de Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında yalan olur.
Nahvi öğrenmemiş bir kimsenin hadis okuması caiz değildir. Ancak harfleri ve ötre, üstün, esre ve sükun işaretleri zabt edilmiş olan (düzgünce yazılı olan) bir kitap bulursa o zaman okuyabilir. Bu kitabı zapt etmiş olanın da alim, sika (güvenilir) olması gerekir. İşte hadis kitaplarından olan böyle bir kitabı elde ederse o zaman okuması caiz olur ve diyebilir ki, Allâh’ın resulü şöyle ve şöyle buyurmuştur. Zira arapça dilinde bir kelime manalara göre ötreli, üstünlü ve mecrur (esreli) olur. Bu arapça dili haricinde yoktur.


Not: Bu bilgiler, zamanın muhaddisi ve allamesi olan üstad Abdullâh el-Hararî'nin fetvalarından alınmıştır.

20 Temmuz 2008 Pazar

"Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabı Abdullâh ibnu Abbâs'a ait değildir

Bazı insanlar "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabının Abdullâh ibnu Abbâs'a ait olduğunu zannederler, bazıları da ait olup olmadığından şüphe ederler. Oysaki bu kitabın ona ait olmadığı ortadadır.

Bu kitapta silsile-i kezib (yalan içerikli rivayet zinciri) vardır. Silsile-i kezib; es-Suddî'nin el-Kelibî'den, el-Kelibî'nin de Ebu Sâlih'ten rivayet edişidir. Dolayısıyla Allâh'ın arşa istivasını haşa arşa kurulmakla tefsir etmiş diye Abdullâh ibnu Abbâs'a isnad edilen rivayet bir yalandır. İmam Beyhakî "El-Esmâu ve's-sıfât" isimli kitabının 413. sayfasında, bahiskonusu olan rivayetin münker (karşı çıkılacak kötü) bir rivayet olduğunu söyler.

Dolayısıyla "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" isimli kitaba karşı uyarmak farzdır, çünkü bu kitabın İbni Abbâs'a ait olduğu, onun hakkında bir yalandır.

Kaynak:
Şam diyarının muhaddisi allame Abdullâh el-Harari Hocaefendiye ait "Makalâtu's-sunniyyetu fi keşfi dalalat Ahmed ibni Teymiye" (Ahmed ibni Teymiyenin dalaletlerini keşfetme hususunda sünni makaleler) kitabı, Daru'l-Meşârî', 5.baskı, s. 180

Bazı Mevlit kitaplarında geçen Dine aykırı ifadelere karşı bir uyarı

Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) methedecek sözler söylemek, içinde sınırı aşacak aşırıya kaçan şeyler yoksa caizdir. Bazı insanların methedecek sözler esnasında kötü sözler sokmalarına gelince işte bu yaptıkları Şeriate aykırı olup kötülenecek bir şeydir. Adı “Mevlidu Ebi’l-Vefâ” olan bir kitap vardır ki içinde Dine aykırı olan şöyle bir ifade geçiyor: “Allâh Muhammedi kadîm (ezeli, başlangıçsız) olan nurdan yaratmıştır” Bu ifadenin zahiri şudur ki haşa “Allâh Teâlâ’nın zatı nurdur yanı ışıktır ve Allâh Teâlâ bu nurdan bir parça koparmış ve o parçayı Muhammed kılmıştır” Bu kimseler İslâmdan çıkmışlardır. “Mevlidu’l-arûs” adlı kitapta da bu bozuk söz yer almaktadır. Bu kitapta (iftira atılarak) Ka’bul-ehbârdan söz edilir ki şöyle demiş: “Allâh nurundan bir parça alıp ona Muhammed ol demiş o da Muhammed oluvermiş.” Bunu söyleyen kimse de İslâmdan çıkmıştır. O halde Allâh Teâlâ ışık değildir ışığa da benzemez, parçalanmaz, Onun hakkında parçalanmak ve bölünmek imkansızdır.

Dinde sınırı aşarak aşırıya kaçmayı Allâh Teâlâ kötülemiştir. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurmuştur: “Beni mevkimden daha yukarıya yükseltmeyin” Allâh’ın Resulü, Allâh tarafından üzerinde kılınmış mevkinden daha yukarıya çıkarılmayı sevmez. Ama bu kimselerin iddialarına göre o buna razıymış. Halbuki bu Allâh’ın Resulünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmiş olduğu şeye terstir. Bilin ki Allâh size rahmet eylesin Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) salavat getirmenin ve onu methetmenin üstünlüğü olduğu halde yine de Din ilmiyle uğraşmak daha faziletlidir. Bunun delili ise Allâh’ın Resulünün Ebu Zerr’e söylediği: “Ey Ebâ Zerr gidip de Allâh’ın kitabından bir ayeti öğrenmen senin için yüz rekat (nafile) namaz kılmandan daha hayırlıdır ve gidip de ilim bölümünden bir bölümü öğrenmen senin için bin rekat namaz kılmandan daha hayırlıdır.” mealindeki sözdür. Hadis hafızı en-Nevevî eş-Şafiî şöyle demiştir: “İlimle uğraşmak değerli vakitlerin harcandığı en üstün şeydir” Dolayısıyla ilim, İslâm hayatıdır. İlim, Vehhabiler olsun dalalet üzerindeki başkaları olsun bozukluk çıkaranların şüphelerini bertaraf edebilmek için bir silahtır. İlim silahıyla silahlanmamış bir adam, her nekadar ibadetle meşgul olsa da ve her ne kadar zikirle meşgul olsa da o mahvolmaya maruzdur. O halde Din ilmini öğrenmelisiniz ve ahiretiniz için amel etmelisiniz. Dünya ahirete ihtiyaç kalmamasını sağlamaz. Ölümden, kazılacak kabre gömülmeden önce hayatınızdan yararlanın. Allâh kime hayrı murad etmişse ona katışıksız doğru olan Dini bilgileri öğrenmeyi nasip eder ve onu azimli kılar. Ama Din ilmine ehemmiyet göstermeyen kimse birçok hayırdan yoksun kalır.

Salavât getirmek istenildiği zaman nasıl sevap kazanılabileceğine dair dikkate alınması gereken hususlar

Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) salavat getirmenin fazileti hakkında bir çok hadis vardır. Fakat bu fazilete ulaşmak için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır.

Evvela "Allâhumme.." derken lafzı celale Allâh isminde geçen lam iki hareke uzatılmalıdır. Yani salavat getiriken veya başka bir durumda iken lam harfini uzatmadan "All
ah" demek, yanlıştır, haramdır. Ne zaman Allâh diyeceksek buna dikkat etmemeiz gerekir, sadece salavat getirirken değil. Dikkatınızı çekerim ki Allâh diye yazdığımda uzatılan bir harf vurgulansın diye "â" harfini uzatmalı olarak yazmayı eksiltmem.

Sonra "...salli... " derken sonundaki "i" harfini uzatmak yanlıştır ve haramdır. Yani "salliii" demek yanlıştır. Bu yapılmaması gereken uzatmayı yaparak kişi sözde salavat getirdiği zaman iyilikleri yazan melek, bu kişinin ömründe bir defa bile salavat getirdiğini yazmaz. Çünkü bu kişi geçerli olmayacak bir şekilde söylemiştir.

Maalesef Türkiyede bu hataya düşen çok sayıda insan vardır. Bu yanlış tarzda söylenen şekil,
özellikle bayram günlerinde duyulur.

Dolayısıyla onları uyarmak gerekir. Bir de şu var ki "..salliiii" diyerek uzatma yapıldığında Allâh'a yakışmayan bir mana çıkar ortaya.

Sonra "...Mu
hammedin..." derken Peygamber Efendimizin Aleyhisselam Muhammed isminde geçen boğazdan çıkan harfi olduğu gibi söylemek gerekir.

Ayrıca Muhammed isminde geçen şeddeli olan "mim" harfi, iki hareke kadar ğunne[1] ile söylenmelidir ki sevap kazanılabilinsin. Yani "... Muha
mmedin..." derken şeddeli mim harfi ğunnesiz olarak söylenirse böyle söyleyen bir kimse sevap kazanmaz. Böyle demiştir bazı alimlerimiz.


[1] Ğunne, genizden çıkan bir sestir. Tecvid hükümleri öğrenildiği zaman ğunne meselesi, öğrenilen hususlar arasında yer alır.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Büyük olan bazı Alimlerin akaitle (inancın temelleri) ilgili sözleri

1- Muhaddis Şeyh Abdullâh el-Hararî (radıyallâhu anhu) şöyle demiştir: "Kime dünya zenginliği verilip de iman verilmemişse sanki ona hiçbir şey verilmemiş gibidir. Fakat kime iman verilip de dünya zenginliği verilmemişse o da sanki hiçbir şeyden yoksun bırakılmamış gibidir."

2- Hanefi mezhepli şeyh Abdulğaniy Nablusî şöyle demiştir: "Kim Allâh’ın gökleri ve yeri doldurduğuna veya arşın üstünde oturan bir cisim olduğuna inanırsa, Müslüman olduğunu iddia etse dahi kâfirdir."

3-Hanefi mezhebinin ileriye gelmiş büyük alimlerinden olan İmam Ebu Bekir el-Cessas "Şerhu Bed’ul-âmâli" (Bed’ul-âmâli şerhi) isimli kitabında küfre düşüren sözleri ele alırken şöyle demiştir: "...veya bir kimse "Allâh altı yöndedir" derse veya bir kimse "Allâh heryerde bulunuyor" derse..." İmam Ebu Bekir el-Cessas hicri 4. asrın sonlarında vefat etmiş bir zattır.

4- Hanbeli mezhepli Fakih Bedruddîn bin Belbân "Muhtasaru’l ifâdât" isimli kitabında şöyle demiştir: "Kim Allâh’ın her yerde bulunduğuna veya bir yerde bulunduğuna inanırsa kâfirdir." Bedruddîn ibnu Belbân olarak bilinen bu zat Şam ehlinden olup Hicri 11. asrın başlarında yaşamıştır.

5- İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam Malik’in öğrencisi olan İmam Zunnûn el-Mısrî (radıyallâhu anhuma) şöyle demiştir: "Her ne kadar aklında hayal etsen de Allâh öyle değildir." Allâh akılda hayal edilebilecek bir şey değildir. Akılda hayal edilebilen şey yaratılmış bir şeydir. Dolayısıyla Allâh cisimden (vücuttan), mekandan, yönden, şekilden, suretten, oturmaktan, değişmekten, yerleşmekten ve uzuvlardan münezzehtir.

6- İmam Alî (radıyallâhu anhu) şöyle demiştir: "Bu ümmetten bir topluluk kıyametin yakınlaştığı bir devirde kâfir olarak (imandan) dönecektir." Adamın birisi kendisine "Ey müminlerin emiri! onların küfre girmeleri hangi sebeple olacaktır ? Kötü bir bidat ortaya getirmekle mi yoksa inkar etmekle mi?" diye sorunca cevaben "İnkâr etmekle olacaktır, onlar yaratıcılarını inkâr ederek O’nu cisim ve uzuvlarla vasıflandıracaklardır (nitelendireceklerdir)." demiştir. Bu söz, İbni Muallim el-Kuraşîye ait el yazması olan “Necmu’l muhtedî” isimli kitabın 588. sayfasında geçmektedir. (Bu el yazması kitap paristeki milli kütüphanede bulunmaktadır)

7- İmam Zeynulabidin Ali bin Hüseyin (radıyallâhu anhuma) seccâdiyye sayfasında şöyle demiştir: "Seni noksanlıklardan tenzih ederim. Sen Allâh'sın. Senden başka bir İlâh yoktur. Seni mekân kuşatmaz. Sen hissedilmez ve dokunulmazsın" Bunu, hadis hafızı Hanefi mezhepli Muhammed Murteda ez-Zebidî "İthâfus-sâdeti'l muttekîn" isimli kitabında kendisinden Zeynulabidin'e kadar dayanan kopuk olmayan bir isnatla rivayet etmiştir. Bu sözün manası şöyledir: Allâh mekânsız ve yönsüz olarak vardır. Bu ise bütün müslümanların inancıdır.

8- "Kim Allâh'ın arşın üstünde oturduğuna inanırsa o kâfirdir." Bu sözün İmam Şafiî'ye (radıyallâhu anhu) ait olduğunu İbnu Muallim el-Kuraşîn’in "Necmu’l muhtedî" isimli el yazması kitabının 551. sayfasında bildirildiği gibi Kadı Hüseyin söylemiştir.

9- İmam Ebu Hanîfe (radıyallahu anhu) Kelâm ilmi hakkındaki bir risalesinde şöyle demiştir: "Yaratan yaratıklarına nasıl benzeyebilir!?." Bu demektir ki aklen de naklen de yaratanın yaratıklarına benzemesi mümkün değildir.

10- İmam Malik (radıyallâhu anhu) hakkında kuvvetli ve ceyyid olan bir isnat ile tesbit edildiğine göre şöyle demiştir: "(Allâh) kendisini vasıflandırdığı gibi istiva etmiştir ve nasıl denilemez; nasıllık O'nun hakkında söz konusu olamaz."

11- İmam Alî (radıyallâhu anhu ve kerrame vechehu) şöyle demiştir: "Muhakkak ki Allâh arşı kudretinin büyüklüğünü göstermek için yaratmıştır ve onu kendisine mekân edinmemiştir." Bunu muhaddis (hadis alimi), fakih, lügatçi Ebu Mansur et-Temimî "Tebsira" isimli kitabında rivayet etmiştir.

12- Zühüt sahibi imam şeyh Ahmed er-Rifâî (radiyallâhu anhu) şöyle demiştir: "Allâh’ı bilmek yönünden kulun ulaşabileceği en uç nokta, O'nun keyfiyetsiz (nasıllık, biçim olmaksızın) ve mekânsız olarak var olduğunu kesin olarak bilmektir."

İlimsiz fetva vermenin, ahkam kesmenin hükmüne dair

Hadis hafızı İbn-i Asakirin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte mealen şöyle geçmektedir: "Kim ilimsiz fetva verirse göğün ve yerin melekleri ona lanet eder."

Bir başka hadis-i şerifte ise mealen şöyle geçmektedir: "Kim ilimsiz fetva verirse Allâh'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun."

İmam Ahmedin rivayet ettiğine göre imam Şafiî, Malikten naklen Muhammed ibnu Aclân'ın (radıyallâhu anhum) şöyle dediğini söylemiştir: "Alim 'Bilmiyorum' demeye dikkat etmezse böylece öldürücü taraflarına isabet etmiş olur." Yani bilmediğinde buna rağmen bilmiyorum demiyen insanı, öldürücü taraflarından vurulan insana benzetmiştir.

Şafiî alimlerinden olan Şeyhu'l-İslâm Zekeriyya el-Ensari der ki: "Teşri' ile ilgili hususlarda (Allâh'ın Dini adına şu haramdır, şunun hükmü şöyledir diye hüküm vermekle ilgili hususlarda) ilimsiz olarak fetva veren ya küfre girer yada büyük günaha."

O halde kim müçtehit ise kendi içtihadına göre fetva verir. Müçtehit olmayan bir kişiye gelince; böyle birisi, ilgili hususla alakalı söz söylemiş müçtehit olan bir imamın fetvasına dayanmadıkça veya o imamın mezhebinin ashabı tarafından (o mezhebe bağlı ilk derecede gelen büyük alimler tarafından) bizzat o imamın sözünden çıkarılarak verilen hükme dayanmadıkça fetva veremez.

Seçilecek arkadaş nasıl olmalıdır?

Arkadaşlık eden kişi, insanı birçok yönden etkileyebildiği için müslümanın, kiminle arkadaşlık ettiğine çok dikkat etmesi gerekir.

Bu konu önemli bi konu olduğu için, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta dikkat edilmesi gerektiğini bazı hadis-i şeriflerinde vurgulamıştır.

Bu hususla ilgili bazı hadis-i şerifler:

Hadis-i şerif meali: "Kişi arkadaşının adeti üzerindedir, o halde kiminle arkadaşlık edileceğine bakın" Yani kendinize, sizlere Dini veya dünyevi hususlarda (geçinmek için veya faydalı olan dünyevi bilgileri öğrenmek için) faydalı olacak kimseleri arkadaş olarak seçin.

Başka bir hadis-i şerif meali: "Arkadaş (belirli bir yöne) çeken birisidir, ya Cennete yada Cehenneme"


Öyle gençler vardır ki kötü alışkanlıkları yokken kötü alışkanlığı olan kişilerle arkadaşlık etmesi yüzünden (bu durum, kötü sıfatları olan bir kişiyle dahi arkadaşlık ederek de mümkündür) değişerek o kötü alışkanlıkları olan kişiler gibi kötü işlere başlamışlardır ve o işlere devam eder olmuşlardır.

Mesela bazı gençler daha önce ağzına bir damla içki bile almamışken kötü arkadaşların ısrar etmesi sebebiyle ikna olup içki içmeye ilk adımı atmıştır ve bununla da kalmayıp içki içmeye devam eder olmuşlardır. Sebep ise o kötü arkadaşlardır.

Dolayısıyla bu konuda Anneler ile Babalar evlatlarını aydınlatıp o kötü arkadaşlara karşı devamlı uyarmalıdırlar ve öyle arkadaşları var mı yok mu diye araştırmaları gerekir ki öyle bir arkadaşı olduğunu öğrendikleri takdirde evlatlarını o kötü arkadaştan koparabilsinler.

Bu görevi ihmal eden ebeveyn, bu ihmalkarlığın kötü neticesini uzun yıllar boyunca belki de bütün ömür boyunca çeker.

İnsanın Allâh'tan hakkıyla korkan bir insanla arkadaşlık etmesinin çok faydası vardır. Mesela böyle bir kişiyle arkadaş olan günahkar bir insan hata ettiğinde o hayırlı arkadaş onu (Allâh için sevmesi icabı olarak) uyarır ve düzeltmeye çalışır çünkü "Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır" mealindeki hadise göre amel etmeye çalışır ve hatta kendisi gibi onun da Allâh'tan hakkıyla korkmasına vesile olabilir.

Ayrıca takva sahibi olan (bütün farzları yerine getirip bütün haramlardan kaçınan) bir insanla arkadaşlık etmenin bir faydası da şudur ki onunla arkadaş olan günahkar bir müslüman olabilir ki, dünyada öyle bir insanla (takva sahibi insanla) arkadaşlık etti diye Kıyamet gününde af edilebilir, bu mümkündür.

Kutlu Doğum münasebetiyle Almanyada meydana gelen ilginç bir olay ve bir müslümanın Mevlid ile ilgili rüyası

Almanyada bir kaç yıl öncesi, müslüman birisi gayr-i müslim olan hiristiyan komşusuna Mevlid kandili münasebetiyle bir gül hediye eder. O komşunun dikkatini çeken bir durum olur o da bu Gülün verilen Mevlid gününden beri, uzun zaman boyunca değişmemiş halde kalmasıdır. Bu olayın ilginç olması sebebiyle olay, bir haber proğramında çıkmıştır.

İslâmi bir ülkede yaşayan bir müslüman, rüyasında Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp kendisinden mealen "Beni seven benim doğumum münasebetiyle kutlama yapar" dediğini duymuştur.

"İtikatta İtimad" risalesinin bir kısmı (Hanefi bir alim tarafından yazılmış Ehl-i Sünnet Akidesi Hakkında yazılan Risalenin bir kısmı)

Trabluslu hanefî mezhepli hicrî 1305 senesinde vefât eden
Ebu'l‑Mehâsin Muhammed el‑Kâvûkcî (Kavukcu)
‘İtikatta İtimad (güvence)’ adlı kitabında
şöyle demiştir:

Bil ki! Eğer birisi sana: “Kime ibâdet ediyorsun?” diye sorarsa, ona de ki: “Kendisinden başka İlâh olmayan, yeryüzünde ve gökte yer tutmayan Allâh’a ibâdet ediyorum. O mekândan ve zamandan önce vardı şimdi de olduğu gibidir.”

Eğer sana: “Allâh nedir?“ diye sorarsa, ona de ki: “Eğer ismi hakkında sorarsan! Allâh Rahmân ve Rahîm’dir, O’nun güzel isimleri vardır. Ve Sıfatları hakkında sorarsan! O’nun Hayatı zatiyyendir ezelîdir, İlmi her şeyi kuşatmıştır, Kudreti kâmildir, Hikmeti açıktır. Görmesi ve İşitmesi de herşeyi kuşatmıştır. Eğer Fiili hakkında sorarsan! O mahlukatı yaratıp herşeyi yerli yerince kılmıştır. Eğer Zatı hakkında sorarsan! O cisim de değildir araz da değildir birleşik de değildir ve her ne aklına gelmişse Allâh öyle değildir. O’nun Zatı mevcuttur ve Mevcudiyeti zorunludur. O doğmamıştır ve doğurmamıştır. O’nun benzerinde hiçkimse yoktur, hiçbir şey O’nun benzeri gibi değildir. O Gören ve İşitendir. ‘Sıfatlarla vasıflanan Zata ibadet ediyorum’ diyen kimse kurtulacak mümindir.”

Eğer sana: “Allâh’ın var olduğuna delilin nedir?” diye sorarsa, ona de ki: “Gezegenleri ve felekleri ile bu semâ (gök), nehirleri ve suları ile bu yeryüzü, türlü türlü ağaçları ve meyveleri ile bu nebâtler (bitkiler) ve birbirinden farklı şekilleri ve eylemleri ile bu hayvanlar. İşte bunların hepsi bunları Yaratana ve O’nun Vahdaniyeti’ne Ezeliyeti’ne ve Kudreti’ne delâlet (işaret) etmektedir.”

Eğer sana: “Allâh nerededir?” sorarsa, ona de ki: “Zatı ile değil, İlmi ile her birinden haberdardır ve Kudreti ile her birinden üstündür. Her şeyde sıfatlarının eserleriyle zâhirdir ve Zatı’nın hakikatiyle bâtındır, yani kişinin O’nu kendinde tasavvur etmesi mümkün değildir. O yön ve cisimlikten münezzehtir. O hâlde O’nun sağı, solu, arkası ve önü olduğu veya Arş’ın üstünde, altında, sağında ya da solunda olduğu veya kâinatın içerisinde ya da onun haricinde olduğu denilemez. Şöyle de denilemez: ‘O’nun mekânını O’ndan başkası bilmez.’ ”

Kim şöyle derse: “Allâh gökte mi yoksa yerde mi bulunuyor, bilmiyorum!” o küfre girmiş olur. Çünkü bunlardan birini, O’na (Allâh’a) mekân olarak kılmış olur. Bunun üzerine sana: ‘Buna dair delilin nedir?’ diye sorarsa, ona de ki: “Zira bir yönü olmuş veya bir yönde bulunmuş olsa, bir mekânı kaplamış olur. Mekânı kaplayan her şey ise hâdistir (yokken var olmuştur). Hâdislik ise O’nun hakkında imkânsızdır.”

Kızgınlığın kötü neticesine dair

Kızgınlığı terk etmek için, ölümü hatırlamak faydalıdır. Ayrıca kızgınlık yüzünden meydana gelebilecek kötü sonuçları da düşünmek faydalıdır. Yani bir insan kızgınlıkta kendine hakim olmazsa, karşı tarafa söyleyeceği kötü sözler sebebiyle düşmanlık meydana gelebilir, akraba arasında kopukluk meydana gelebilir ve hatta karı-koca arasının açılmasına yol açabilir. Ayrıca kızgın olan kişi, karşı tarafa zarar verim derken kendi zarar görebilir. Öyle ki hastanelik olacak şekilde bile zarar görebilir ve hatta ölümle de sonuçlanabilir. Karşı tarafa zarar vermeye çalışmak için yapılan bazı durumlar sebebiyle intikam almak isteyen kişide rahatsızlık ölünceye kadar kalabilir.

Fakat insan baştan düşünerek meydana gelebilecek şeylerin sonucunu aklına getirirse işin içinden salim olarak çıkar. Hem günaha girmemiş olur hemde sağlığına sahip çıkmış olur.

Kızgın iken kendine hakim olmayanlar ise ya küfre ya büyük günaha yada küçük günaha düşebilirler. Bazıları da bununla kalmayıp sağlık bakımından da bazı sorunlar yaşayabilirler.

Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) adamın birisi "Yâ Resulellâh bana tavsiyede bulun" dediğinde Peygamber Efendimiz mealen: "Öfkelenme" demiştir. Adam yine "Bana tavsiyede bulun" dediğinde Peygamber Efendimiz yine mealen "Öfkelenme" demiştir. Adam yine "Bana tavsiyede bulun" dediğinde Peygamber Efendimiz yine mealen "Öfkelenme" demiştir.

Yani adam üç kere aynı şeyi sordu, Peygamber Efendimiz ise ona aynı cevabı verdi. Çünkü kızgınlık kötülükler için bir anahtardır.

Kızgın iken, "E'ûzu billâhi mine'ş-şeytânir-racîm" demek faydalıdır. Ayrıca abdest almak da faydalıdır. Çünkü abdest, kendisiyle şeytana karşı mücadele edilebilecek şeylerden biridir.

Ayrıca mesela "Esteğfirullâh" diyerek çokca istiğfarda bulunmak da (Allâh'tan af dilemek) faydalıdır.

Alimlerden birisi der ki: En hayırlı huylardan biri kişinin çabuk öfkelenmemesi ve çabuk razı olmasıdır.

Öfkeli olmanın aksine hilim sahibi olmak çok hayırlıdır. Hilim sahibi olan kişi, kızgınlığın kışkırtamadığı kimsedir.

Şeytandan korunmanın bazı yolları

Şeytana karşı mücadele edebilmekte faydalı olan ve hatta muska taşımaktan daha güçlü olan bir uygulama vardır. Bu uygulama ise her beş vakit namazdan sonra el-İhlâs, el-Felak ve en-Nâs surelerini okumaktır.

Takva sahibi olmak yani bütün farzları eksiksiz olarak yerine getirip bütün haramlardan kaçınmak, şeytanlara karşı mücadele edebilmekte en güçlü olan vesilelerden biridir.

Allâh'ı zikretmek de şeytana karşı korunmakta çok önemlidir. Çünkü şeytan Allâh'ı zikredenden vesvese etkisini geri çeker.

Vesveseye karşı, günde en az üç yüz defa "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" demek tavsiye edilir. Ayrıca en az üç yüz defa "Esteğfirullâh" diyerek istiğfarda bulunmak da (Allâh'tan af dilemek de) tavsiye dilir.

Allâh Kur'an'ı kerimde bizlere şeytanı düşman edinmemizi emretmiştir. O bizim düşmanımız olduğuna göre kesinlikle bizim iyiliğimizi istemez. Dolayısıyla akıllı insan, düşmanının ne söylediğine aldırmayıp onu esgeçer.

Vesveseye kapılmamak için insan, kendisine bir meşgale bulmalıdır. Ya Dini yönden faydalanacağı bir şey ile ya da dünyevi yönden faydalanacağı bir şey ile meşgul olmalıdır ki şeytana fırsat bırakmasın. Çünkü şeytan boş durup da bir şeyle meşgul olmayan insanı gördüğünde, vesvese etmeye fırsat buluyor. İşte ona fırsat bırakmamak için faydanın sağlanacağı bir şey ile iştigal edilmelidir.

Bir hadis-i şerif, nasihatin Dinden olduğu manasına gelir. İşte bu tür bilgiler vesvesesi olan insanlara tavsiye edilebilir.

Vehhabiler Osmanlı Türkleri ve Peygamber Efendimizin Soyundan Gelen Seyitleri Kafir Saymaktadırlar

Muhammed Haseneyn Heykel öyle bir vesika ortaya çıkarmıştır ki şunları ortaya koymaktadır; Vehhabi liderlerinin büyüklerinden birisi diyor ki: “Müslümanların en hayırlıları arasında (yani vehhabiler arasında) vuruşma olmamalıdır, ancak müşrikler ve kafilerle olmalıdır. İlk müşrik olan kafirler ise Osmanlı Türklerdir. Bir de Haşimi olan şerifler (seyitler). Özetle vehhabiler haricinde bütün Muhammediler öyledirler.”
(2001 yılı/30. Haziran/Cumartesi günü çıkan Sefir gazetesi, s. 11)

Dağıstani ve Nazım Kıbrısi'ye karşı uyarı


Alemlerin Rabbi olan, hiçbirşeye benzemeyen, yersiz var olan, başlangıcı ve sonu olmayan Allâh'a hamd olsun, Resullerin en şereflisi olan Muhammed'e salat ve selam olsun.

Allâh-u Teâlâ, Âl-i İmran Suresi'nin 110. Ayet-i Kerimesin'de şöyle buyurmuştur:
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ
Manası: ''Siz insanlara çıkarılmaış olan en hayırlı ümmetsiniz. Siz iyiliği emreder, kötülükten nehyeder (yasaklar) ve Allâh'a inanırsınız.''

Peygamber Efendimiz Muhammed (sallAllâhu aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurdu:
''Ne zamana kadar facirin (fasığın) hakkında konuşmaya korkacaksınız.Yaptıklarını insanlara anlatınız ki, ondan sakınsınlar.''

Bu Ayet ve Hadis'e dayanarak, dalalet (sapıklık) üzerinde olan bazı insanların yaptıklarını zikrederek, Müslümanları bunlara karşı uyarıyoruz.

Bunlardan bazıları, Abdullah Dağıstani ve talebesi Nazım Kıbrısi'dir.
Abdullah Dağıstani ''Vasiyet Mürşid Ez-Zaman Ve Gavs-ul Enam'' isimli kitabının 9.sayfasında (bu kitapta Nazım Kıbrısi tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir) şöyle diyor: ''Hocanın vermiş olduğu herhangi bir emre itiraz etmek caiz değildir.''

Bu batıl olan söz, şuna işaret ediyor: Hocanın vermiş olduğu emir iyi olsun, kötü olsun itiraz etmeden yerine getirelecek.Peygamber Efendimiz
(sallAllâhu aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurdu:
''Günah işleyen birine, günahlarında itaat edilmez.''

Dağıstani aynı kitabında 11.sayfasında şöyle diyor:
''Evliyaların kerametleri erkeklerin aybaşı halidir.''

Bunu niçin söylüyor?
Kendi müridleri ondan keramet isteyince bunu söylüyerek onları kandırmak için.

Aynı sayfada şöyle devam ediyor:
''Nakşibendi tarikatının zatları her ne kadar olursa olsun, hatta ölüme kadar işkence görseler kerametlerini izhar etmezler (göstermezler), çünkü evliyaların kerametleri aybaşı halidir.''

Dağıstani'nin bu sözleri doğru değildir, batıldır.
Çünkü Nakşibendi tarikat zatlarının kerametleri meşhurdur ve örnekleri çoktur.

Allâh-u Telâlâ Kur'an'ı Kerim'de keramet ile aybaşı halini ayırt etmiştir. Allah-u Teâlâ, Fussilet Suresi'nin 35. Ayet-i Kerimesi'nde
şöyle buyurmuştur:
وَمَا يُلَقَّاهَا إِلاّ الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
Manası: ''Buna ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.''

Bu Ayet'e göre keramet, çok iyi ve hayırlı bir şeydir. Ama, aybaşı hali hakkında Allah-u Teala, El-Bakarah Suresi'nin 222. Ayet-i Kerimesi'nde
şöyle buyurmuştur:
قُلْ هُوَ أَذًى
Manası: ''De ki o (aybaşı hali) eziyettir.''

Aynı kitabın 12. sayfasında şöyle diyor: ''Kafir bir kimse, hayatında dahi olsa, El-Fatihah Suresi'ni okursa Allah'ın merhametine ermeden bu dünyadan gitmeyecektir. Çünkü Allah indinde kafir, mümin, müslüman ve fasık arasında bir fark yoktur.''

Aynı kitabın 14. sayfasında şöyle diyor: ''Her kim El-İnşirah Suresi'ni veya bu Sure'nin 5. ve 6. Ayetleri'ni okursa, muhakkak ki büyük yardım ve faziletlere kavuşacakktır. Çünkü Allâh kafir, mümin, münafık, veli ve peygamber arasında ayırım yapmaz.Çünkü bütün insanlar aynıdır.''

Bu sözleri küfürdür, çünkü Kur'an-ı Kerim'i yalanlıyor. Allah-u Teala, El-Kalem Suresi'nin 35. Ayet-i Kerimesi'nde
şöyle buyurmuştur:
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ
Manası: ''Müslümanlar ile gayr-i müminler bir tutulmaz.''

Allah-u Teâlâ Kur'an'ı Kerim'de, El-En'âm Suresi'nin 86. Ayeti'nde,
şöyle buyurmuştur:
وَكُلاّ فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ
Manası: ''Allah Peygamberleri alemlere üstün kılmıştır" Yani Peygamberler en üstün yaratıklardır.

Bu adam, hem müslümanla kafiri, hemde herhangi bir insanla Peygamberleri eşit tutmaktadır.Bütün bu sözleri, Kur-an'ı Kerim'i reddediyor. İmam Nesefi ''Nesefi'' akidesinde şöyle demiştir:
''Nassları (mesela Kur-an'ı Kerim'de geçenleri) reddetmek küfürdür.''

Dağıstani aynı kitabında 19. sayfasında şöyle diyor: ''Allah günü 3 kısma ayırmıştır.8 saat ibadet,8 saat çalışmak ve 8 saat da uyumak için.Her kim bu ayırıma razı olmaz ve uygulamazsa Cehennem ehlindendir.''

Bu söylediği söz de İslam'a aykırıdır.
Kur'an-ı Kerim ve Hadis'te böyle birşey yoktur. Günümüzün Müslümanlarına baktığımız zaman, bir kısmının 8 saatten fazla çalıştığını ve bununla beraber farzlarını eksiksiz yerine getirdiklerini görmekteyiz.

Soruyoruz, bu Müslümanlar Cehennem ehlinden mi olacaktır!?
Dağıstani, Lübnan'da Envar Gazetesi'nin Muhammed Meczub adlı muhabiriyle yağtığı görüşmede, şöyle dedi: ''Bana gayple (tüm gelecekle) ilgili haberler geliyor.'' Kıyamet ne zaman kopacak diye sorulduğunda, şöyle dedi: ''105 ve 109 sene sonra.''

Bu sözü de İslam'a aykırıdır. Allah-u Teâlâ Kur'an'ı Kerim'in, En-Neml Suresi'nin 65. Ayeti'nde
şöyle buyurmuştur:
قُلْ لاَ يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ الْغَيْبَ إِلاّ اللَّهُ
Manası: ''De ki Allâh'tan başka göklerde ve yerde bulunan kimse gaybı (bütün geleceği) bilemez.''

Peygamber Efendimiz
(sallAllâhu aleyhi ve sellem), ''Kıyamet ne zaman kopacak? diye sorulduğunda, mealen şöyle cevap vermiştir: ''Sorulan, sorandan bu konuda daha bilgili değildir.''
Bu Hadis'i Muslim rivayet etmiştir.

Peygamberimiz
(sallAllâhu aleyhi ve sellem) Kıyamet'in ne zaman kopacağını bilmiyorsa, bu adam nasıl olur da, bildiğini iddia edip Kıyamet'in tarihini verebiliyor!

Aynı kitabın 21. sayfasında şöyle diyor: ''Her kim fecirden bir saat önce kalkıp hiçbir şey yapmadan, namaz kılmadan, zikir yapmadan, sadece su, kahve, çay içmeye ve yemek yemeğe kalkmış ise muhakkak ki Ahiret'te geceyi ibadetle geçirenlerle haşr olunacaktır.''

Bu adamın küfürleri o kadar çoktur ki, hepsini buraya sığdıramayız. Ancak aklıbaşında olan müslüman bu adamın doğru yolda olmadığını anlar.

Bu adamın halifesi ve en büyük müridi Nazım Kıbrısi'dir. Kıbrısi; Abdullah Dağıstaninin, bu küfürlerle dolu kitabını, tercüme edip dağıtmıştır.

Nazım Kıbrısi, faiz hakkında sorulduğunda: ''Faiz'i yiyebilirsiniz.'' dedi, ''Kur-an'ı Kerim faizi haram kılmıştır!" denildiği zaman: ''Dünya hepsi faiz olmuştur.'' cevabını verdi.

Ayrıca yabancı (mahrem olmayan) kadınlarla tokalaşmanın caiz olduğunu söylüyor.

Bu fasit (bozuk) bir sözdür. Çünkü Peygamberimiz
(sallAllâhu aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurdu: ''Sizlerden birinizin başına bir demir parçasının batırılması, yabancı bir kadınla tokalaşmasından daha iyidir.'' Bu Hadis'i Taberani rivayet etmiştir.

Nazım Kıbrısi, kendi cemaatinden olanlarla birlikte olduğu zaman, namaz kılmıyor. ''Niçin namaz kılmıyorsun?'' diye sorulduğu zaman, bir keresinde: ''Benim yerime birisi namaz kılıyor'' dedi ve bir keresinde de: ''Bizim işimiz batıni, sizin işiniz zahiridir.'' dedi.

Nazım Kıbrısiye göre beş vakit namazdan her biri için bir secde yeterliymiş

Nazim Kıbrısi arapça dilinde yazılmış olan "Muhîtâtu’r-rahme" adlı kitabının 70. ile 71. sayfalarında beş vakit namazın sakıt olduğunu (düşüp kılınması gerekmediğini) kabul edip cemaatine her namaz için bir secde etmelerini emretmiştir.

Nazım Kıbrısiye göre Evliya, erkeğin ve kadının avret yerine bakabilirmiş

Aynı kitabın 20. sayfasında inancını ileriye sürerek diyor ki: “İnsanlar arasında en yüksek tabaka velilerinkidir (ermiş olanlar tabakasıdır). Onlar erkeklerin ve kadınların vücutlarından her hangi bir yerine bakabilirler ki onlardaki kötülüğü mükaddes bir kuvveti olan bakışlarıyla yakabilsinler.”

Nazım Kıbrısiye göre kullar da Allâh gibi ezeliymiş (başlangıçsızmış)

Aynı kitabın 13. sayfasında diyor ki: “Kullar Allâh ile beraber başlangıçsız olarak vardılar.”

Bu tür şirkten Allâh’a sığınırız. Dini bilgileri öğrenmeye yeni başlayan talebe dahi bilir ki ezeliyet (başlangıçsızlık) Allâh’a has olan bir sıfattır. Bu sıfat Allâh'a has olduğuna göre, bir başkasının da böyle bir sıfatı olduğunu kabul etmek düpedüz şirk olur.


Sayın Müslümanlar!
Bazı insanlar şekilleri, elbiseleri sizleri yanıltmasın, dikkatli olunuz. Çünkü Dinimiz, şekil ve elbiseleri takip etmeyi değil, Peygamberizi, Sahabeleri ve Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'ı takip etmeyi emreder.

Bundan dolayı Abdullah Dağıstani, Nazım Kıbrısi ve benzerlerinden sakının ve uzak kalınız. Müslümanları da bu tip insanlardan uyarınız.

Allâh-u Teâlâ bizleri Peygamberlerin, Sahabeler ve Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'ın yolundan ayırmasın. Abdullah Dağıstani, Nazım Kıbrısi ve benzerlerinin şerlerinden korusun.
Amin...

Dini Bilgilerin usulünce nasıl öğrenilmesi gerektiğine dair

Bir hadis-i şerifte mealen şöyle geçmektedir: "Kendi kadrini bilip de o ölçüde duraklayan (o ölçüyü aşmayan) adama Allâh rahmet eylesin."

Allâh bizleri bu hadis-i şerife göre amel edenlerden eylesin.

Bu hadisten anlaşılır ki örneğin kişi ilimdeki seviyesinin ne olduğunu bilip de ona göre davranırsa yani fetva vermeye ehil olmadığı halde fetva vermekten kaçınırsa ve ilim ehlinin ağzından duymadığı hususları bilmediği için, söylemekten kaçınırsa bu davranışıyla Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dua etmiş olduğu kişiler arasında yer alır.

Birilerinden ilim alınacaksa gerçek alimlerden veya gerçek alimlerden öğrenmiş insanlardan alınmalıdır. Bir hadis-i şerifte mealen geçer ki: "Alimler Peygamberlerin mirasçılarıdır."
Yani Peygamberler miras olarak ilmi geride bırakmışlardır, başka şeyi (mal-mülkü) değil. İlim hususunda ise alimler büyük pay sahibidirler.

Ünlü olan hadis hafızı Hatîb el-Bağdadî der ki: "İlim ancak alimlerin ağızlarından alınır."

Alimlerden ilim almaya önem göstermeyip de kitapları kendi başına mütalaa etmekle (dikkatlice okumakla) uğraşan kişi, yanlış bir gidişattan gitmektedir. İlim öğrenmenin üslubu bu değildir. İlim öğrenmenin sağlam olan yolu, ilmi ehlinden almakladır. İlim, hocanın kitaptan okumasını dinleyerek veya hocanın huzurunda oturup kitabı bizzat ona okuyup ondan gerekli açıklamaları almakla öğrenilir. Sahabe zamanından bu yana kadar ilmi uslünce öğrenenler, böyle öğrenmişlerdir.

İlmi kitaplardan almak konusunda bazı alimlerin açıklamalarına gelince, hanefilerden olan şeyh AbdulĞaniyy en-Nablusi der ki: "Sanma ki kitaplarla (hocanın huzurunda oturmadan kendi başına kitapları okuyarak) bizim gibi olursun, tavuğun kanadı vardır ama uçmaz."

Ünlü müfessir Ebu Hayyân el-Endelusî der ki: "Toy olan kişi sanar ki kitaplar doğru yola iletir, oysaki haberi yok ki kitaplarda öyle derin şeyler var ki anlayışı olan kişinin aklını hayrette bırakır. Eğer ilmi hocasız alırsan, doğru olan yoldan saparsın."

Bir başka alim de der ki: "İlmi kitaplardan alanın misali, geceleyin odun toplayana benzer. Böylesi bilemez ki eline odun mu yoksa yılan mı aldı."

Hadis hafızı Hatîb el-Bağdâdî der ki: "İlmi alimlerin ağızlarından almayan kimse fakih (fıkıh alimi) olarak adlandırılamaz, hadisi muhaddislerden almayan kimse muhaddis (Hadis alimi) olarak adlandırılamaz ve Kur'an'ı okuyucudan almayan kişi de (Kur'an'ı okumayı bilen hocadan almayıp da onu kendi kendine okuyan kişi) kâri (okuyucu) olarak adlandırılamaz."

Dünyevi ilimlere gelince öyle insanlar vardır ki doktor olmak veya mühendis olmak için, işi iyi bilen ihtisas sahibi insanlardan ders almak için yurt dışına bile giderler. Din ilimine gelince ona bu kadar önem göstermezler. Oysaki Din ilmine verilmesi gereken önem önceliklidir, ilk sırada gelir. Çünkü cennete girmek için inancın sağlam olması gerekir. İnancı bozulup da bu halde ölen kimse, İslâm dairesinden çıkmış halde öldüğü için cennete kesinlikle giremez. İnancın bozulmaması için (Dinden çıkmamak için) akait (inancın temelleri) ile alakalı hususları ve üç kısım olmak üzere Dinden çıkaran küfürlerden sakınmak lazımdır. İnançla alakalı küfürlerden, fiil (eylem) ile alakalı küfürlerden ve sözler ile alakalı küfürlerden olmak üzere küfrün bütün çeşitlerinden sakınmak lazımdır. Kişi ilmi, ilim ehlinden öğrenmezse bu tür küfürleri nereden bilsin?

Alim olan sahabilerden birisinin ilme verdiği önem hakkında bir misal vermek isterim ki onu örnek alalım. Cabir ibnu Abdullâh el-Ensârî (radıyallâhu anhu) birinden bir hadis-i şerif duymuştu. Ancak ona bu hadisi duyuran kişi, Peygamber Efendimizden (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğrudan duyan kişi değildi, Peygamber Efendimizden duymuş kişiden duyan başka bir kişiydi. Cabir ibnu Abdullâh el-Ensârî ise emin olmak için o hadis-i şerifi Peygamber Efendimizden doğrudan bizzat duymuş olan Abdullâh ibnu Uneys adlı sahabinin bulunduğu şehre gitmeye karar verdi.
Cabir ibnu Abdullâh el-Ensârî o sıra Medine-i Münevverede idi, Abdullâh ibnu Uneys ise Mısırda ikamet ediyordu. Cabir ibnu Abdullâh el-Ensârî Medineden kalkıp Mısıra doğru yola koyuldu ve oraya varıncaya kadar bir ay sürdü, yani bir ay boyunca yol kat etti, niçin? İlmi kimden aldığına değer vermesi ve dikkatli olması icabı olarak Peygamber Efendimizin hadis-i şerifini doğrudan duymuş olan Abdullâh ibnu Uneys'in ağzından bizzat duymak için.

Tabiinin büyüklerinden olan İbn-u Sîrîn der ki: "Muhakkak ki bu ilim Dindir, o halde Dininizi kimden aldığınıza bir bakın." Bunu imam Muslim, "Sahih-i Muslim" adlı kitabının önsözünde rivayet etmiştir.
__________________

"CENÂP" kelimesini Allâh hakkında kullanmak caiz değildir

En ünlü "Arapça-Arapça" sözlüklerinden biri olan Feyyûmî'ye ait "Misbâhu’l-munîr" adlı kitapta geçer ki: "CENÂB'ın manası, evin önündeki boş olan sahadır."

Dolayısıyla "Cenâp" kelimesi arapça kökenli bir kelimedir ve bu manası göz ardı edilemez.


Hadis ve fıkıh alimleri 500 seneyi aşkın bir zamandan beri Allâh hakkında "Cenâp" kelimesinin kullanılmasına karşı uyarmışlardır. Şeyhu'l-İslam Zekeriyya el-Ensârî "Esna'l-metâlibi şerhu Ravdu't-tâlib" adlı kitabının 4. cildinde belirtiyor ki imam ve hadis hafızı olan el-Irâkî'ye Allâh hakkında söylenen "VE CENÂB-I RAFÎ'" sözü üzerine soru yöneltiliyor, o da şöyle cevap veriyor: "Allâh'ı bununla isimlendirmek caiz değildir ve bununla yemin de geçerli olmuş olmaz. Allâh'ı bununla isimlendirmek veya bunu O'nun hakkında kullanmak Allâh'ın isimleri hususunda ilhâttır (tahriftir, değiştirmedir)."

9 Haziran 2008 Pazartesi

Halil gönence ait "Günümüz meselelerine fetvalar" kitabına karşı bir uyarı


Halil gönenç, alimlerin bazı hususları nasıl değerlendirdiklerini karıştırarak böylece yanlış ve imana zarar veren sakıncalı sözler söylemiştir.


Halil gönenç, "Günümüz meselelerine fetvalar" adlı kitabının 1. cild 28. sayfasında bir meseleyi ciddi bir şekilde karıştırarak diyor ki (ki dediği çok yanlıştır): "Allâh'ın mekanı ve yönü olduğunu kabul eden, alimlerin çoğuna göre kafir olmuyor"

Bu sözüne göre bazı alimler yani azınlıkta kalanlar demişler ki Allâh'a mekan isnat eden küfre girer. Alimlerin en çoğu ise Gönencin iddiasına göre Allâh'a mekan isnat edenin küfre girmediğini söylemişlermiş.

Karıştırmış olduğu mesele şudur: Aslında dört mezhebin imamları (İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed) dahil olmak üzere alimlerin hemen hepsi Allâh'a mekan isnad edenin bu sebeple küfre girdiğini söylemişlerdir.

Mezhep kurucuları dışında kalan bazıları ise azınlıkta kalarak Allâh'a mekan isnat edenin küfre girmediğini söylemiştir. Fakat bu söz doğru değildir, kale alınmaz çünkü mezhep imamlarının sözlerine muhaliftir. Dikkat edilecek olursa Halil gönenç iki meseleyi birbirine karıştırarak çok sakıncalı bir hataya düşmüştür.
Mezhep imamlarının Allâh'a mekan ve yön isnat edenin küfre girmiş olmasıyla hükmettiklerini, hem hanefilerden Molla Aliyyu'lkâri şerhu'l mişkat kitabında belirtmektedir hemde şafilerden olan ve aynı zamanda mutlak müçtehit derecesine yükselmiş olan Takiyyuddin es-Subkî fetvalarında belirtmektedir.

Böylece belli olur ki halil gönenç daha Usuluddin yani inancın temelleri ile ilgili hususlara hakim olan birisi bile değildir. O halde onun bu kitabından sakınılsın.

İbni teymiyenin felsefi görüşüne dair


Bedruddîn ez-Zerkeşî “Teşnîfe’l-mesâmi’“ isimli eserinde şöyle demiştir: “Bu alem, yüksekliğinde ve aşağısında bulunanlar, maddeleri, arazları ve sureti olmak üzere cümlesiyle muhdestir (varlığa getirilmiştir). Bunlar yokken var olmuşlardır ve buna dair milletlerin (ehl-i kitabın) icmaı vardır ve buna felsefecilerden başka muhalefet eden olmamıştır. Bunlardan kimileri Fârabî ve İbni Sînâdır, bunlar şöyle demişlerdir: ’Alem maddesi ve sureti ile kadîmdir (ezelidir, başlangıçsızdır), maddesi kadîm sureti ise muhdes olduğu da denilmiştir.’“ Sonra ez-Zerkeşî devamla şöyle demiştir:“…Müslümanlar onları dalalette saymışlar ve tekfir etmişlerdir (kafir olarak saymışlardır)“


Bedreddîn ez-Zerkeşînin bununla demek istediği şudur ki bu husus (alemin cinsinin ezeli olduğunu kabullenmek) İslâm alimlerinin icmaı ile küfürdür.

Bedruddîn ez-Zerkeşî, zamanında dünyanın alimi olan Siracuddîn el-Bulkîni’den tahsil görmüş aslı türk olan bir zattır.

Dolayısıyla İbni Teymiye birçok kitabında alemin madde itibariyle ezeli olduğunu söylediği için küfre girmiştir.

Ayrıca İbni Sinan'ın da küfür içeren bozuk bir inanç üzerinde olduğu, ez-Zerkeşinin sözünden anlaşılır.

Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) masumiyeti hakkinda alimlerden nakiller


Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) küfür, büyük ve kıymet düşürücü küçük günahlara girmediklerinin icma olduğunun beyanı

Kurtubi Tefsiri:
“Peygamberler icma bulunarak büyük ve rezillik içeren küçük günahlardan masumdurlar (korunmuşturlar)”

Seâlibi Tefsiri:
“Ümmet Peygamberlerin büyük ve rezillik içeren küçük günahlardan masum olduklarına dair icma etmişlerdir.”

Ebu Hayyân el-Endulusî’ye ait Bahru’l-muhit tefsiri:
İbni Atiyye şöyle demiştir:
“Alimler Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) büyük ve rezillik olan küçük günahlardan masum olduklarına dair icma etmişlerdir.”

İbni Allân es-Sıddîkî’ye ait Delilu’l-fellâh’în şerhu riyadussalihîn kitabı:
“Peygamberler icma ile büyük günahlardan ve rezillik içeren küçük günahlardan masumdurlar.”

Tilimsani "Şerhu Luma' el-edille" isimli eserinde şöyle (1) demiştir:

“Onlar (Peygamberler) için büyük günah kesinlikle mümkün değildir. Israr etmemek şartıyla küçük (kiymet düşürücü olmayan) günahı kasten yapmak ise mümkündür. Onlar için ayrıca bir demet bakla veya bir (üzüm tanesi gibi) tane çalmak gibi kıymet düşürmeye ve himmet aşağılığına delalet eden bir küçük günah da mümkün değildir.”
Ayrıca şu bilgilere (2) de yer vermiştir:
“Onların büyük günahlardan, küçük günahları işlemekte ısrarlı olmaktan ve diyanete olan ilgisizliği duyuracak her türlü küçük günahtan masum olmaları, icmaya dayandırılmıştır.”

Tilimsani, Peygamberlerin masumiyeti hakkında bilgi verdikten sonraki ilerleyen satırlarda Peygamber Efendimiz hakkında Bedir esirleri olayını, Tabûk gazvesi olayını ve amâ olan adama karşı olan tutumu ile ilgili olayı ele alarak bunları evla olanı terk etmek olarak nitelendirmektedir, bunları hata olarak adlandırmayı kabul etmemektedir.

(1) Tilimsani, Şerhu Luma' el-edille, s. 197. Bu kitap el yazma kitabıdır. Bu sözü, el yazması kitaplara vakıf olan şam diyarının muhaddisi Abdullâh el-harari hocaefendi bizzat meşhur olan nesefi akidesini açıkladığı "el-metâlibu'l-vefiyye şerhu akidetin-nesefiyye" isimli eserinin 137. sayfasında nakletmektedir.
(2) Tilimsani, Şerhu Luma' el-edille, s. 198

Cariye hadisi hakkında önemli bir açıklama


Bir defa cariye hadisi muztarib olan bir hadistir yani birbirinden değişik olacak şekilde birçok rivayeti vardır. Böyle bir hadis ise sahih olmadığı için akaidî (inanca ait) konularda delil olarak gösterilemez. Çünkü alimlerimiz, Allâh’ın sıfatlarıyla ilgili olarak demişlerdir ki bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek için delil olarak gösterilecek hadis sahih olup isnadındaki (dayanağındaki) bütün ravilerin (rivayetçilerin) tüm alimler tarafından sika (güvenilir) olduklarına ittifak edilmiş (sözbirliği içinde olunmuş) olması gerekiyor yani hangi hadisin sahih olması hususunda ihtilafa düşülmüşse yani hangi hadisin ravilerinin bir kısmını bazı alimler sika olarak kabul etmemisşe o zaman böyle bir hadis akaidî konularda delil gösterilemez. Kaldı ki hanefiler bir hadisin akaidî konularda delil olarak gösterilmesi için o hadisin meşhur derecesinde (meşhur hadis; en az üç sahabinin duymuş olduğu hadistir) olmasını şart koşarlar yani hadis, meşhur derecesinde değilse onlara göre akaidî konular için delil olarak gösterilemiyor.

Kısacası bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek için bu sıfatın ya Kur’anıkerimde ya sahih olduğuna dair ittifakedilmiş sahih olan hadiste ya da alimlerin icmaında (sözbirliğinde) geçmiş olması gerekiyor. Bu hususta yani bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek hususunda tüm alimler bu meselenin böyle olması gerektiğine dair ittifak etmişlerdir. Ancak hanefiler sözkonusu olan hadis hususunda, o hadisin meşhur olmasını şart koşmuşlardır.

Ayrıca bu cariye hadisi sahih-i Muslim’de geçse de bu onun sahih olduğu anlamına gelmez. Çünkü Muslimin kendisi kitabının önsözünde bildirir ki, kitabına geçirmiş olduğu hadisleri muhaddislere (hadis alimlerine) arz etmiştir ve bunun üzerine onlar dört hadis hariç hepsini kabul etmişlerdir. Yani kitabında muhaddisler tarafından kabul edilmemiş dört hadisin bulunmasından bizzat söz eder. Ancak bunların hangileri olduğuna değinmez. Fakat muhaddisler bunların hangileri olduğunu tespit etmişlerdir. İşte cariye hadisi de bunlardan biridir.

Zamanımızın tartışmasızca büyük muhaddisi olarak kabul edilen şeyh Abdullâh el-Hararî'ye ait olan “Şerh el-kavîm fi halli elfâzis-sıratı’l-mustekîm” adlı eserinde bu konuyla ilgili geçen değerli bilgilerden, şunlar belli olur:
Cariye hadisinin sahih olmadığına delil olarak denilir ki bu hadis iki şeyden dolayı sahih değildir.

Birincisi değişik yönlerden rivayet edilmiş olmasıdır.

İkincisi “Allâh nerededir” diye geçen ifadenin Dinin usulüne (temellerine) aykırı olmasıdır. Çünkü Şeriatın usulündendir ki bir kişiye, kendisinden “Allâh göktedir” ifadesi duyulmasıyla Müslüman olarak hükmedilmez çünkü bu söz yani Allâh göktedir sözü, hem hiristiyanlar hem yahudiler hem de başka dinin mensupları tarafından ortakca söylenen bir ifadedir. Dinimizde bu hususla ilgili olarak asıl (temel) olarak kabul edilen husus, mütevatir derecesinde olan bir hadiste geçenidir. Sözkonusu olan mütevatir hadis ise mealen şöyledir: “Ben insanlarla taki Allâh’tan başka bir İlâhın olmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şehadet edinceye kadar, ... savaşmakla emrolundum”

Cariye ile ilgili rivayetlerden imam Malik'in şu rivayeti (Allâh’tan başka bir İlah'ın olmadığına şehadet ediyor musun?) Dinin usulü ile bağdaşmaktadır.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, o kadın kölesinden sırf “Allâh göktedir” ifadesini duymuş olmasıyla o kadına müslüman olarak hükmetmiştir demek, Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakışmaz.

Nerede kelimesi hakkında bilinmelidir ki bu kelime çoğu zaman mekan hakkında sorulan bir soru olarak söylenir. Fakat bazı durumlarda mekan hakkında bir soru olarak değil derece hakkında sormak için söylendiği de olur. Mesela arapçada denilir ki Ali nerde Muaviye nerde? Hatta türkçe dilinde bile bir kişiyle başka bir kişi arasında büyük bir fark olduğunu ifade etmek için mesela Ahmet nerede Mehmet nerede denilir yani ikisinin bir tutulmasının doğru olmadını ifade etmek için söylenir. Kısacası arapçada nerede kelimesinin başka anlama geldiği de oluyor.

Şunu da iyi bilmek gerekir Muslim'in rivayet ettiği o hadisi sahih olarak kabul edenler, o hadisi zahirine (zahiren kuruntu ettirdiği anlama yani Allâh’ın, zatıyla gökte bulunuyor diye kuruntu ettirdiği anlamına) hamletmemişlerdir (öyle anlamamışlardır). Onlar şunu anlamışlardır: “Allâh nerede” ifadesi, senin Allâh’ı yüceltmek bakımından inancın nedir? anlamındadır. “Allâh göktedir” ifadesi ise Allâh’ın derecesi pek yüksektir anlamındadır.

Allâh’ın gökte olduğunu kabul edenler, Allâh’ın değiştiğini kabul etmiş olurlar ki böylece Eş-şûra suresinin 11. ayetini yalanlamış olurlar. Çünkü değişkenlik yaratıkta bulunan bariz bir sıfattır ve yaratık olmaya işaret eden en büyük alamettir. O halde Allâh’ın gökte olduğunu söyleyenler Allâh’ın önceden gökte olmadığını, sonradan Allâh’ın gökte olduğunu kabul etmişlerdir. Bu inancı akıl bile kabul etmez. Dinimizde akla değer verildiği El-Mulk suresinde geçen bir ayetten anlaşılır. Ayette bildirilir ki kafirler ahirette derler ki bizler dinleseydik (kabul ederek dinleseydik) ve akıl etseydik (aklı kullansaydık) cehennemlik olmayacaktık. Bu zamanımızda Allâh’ı yaratıklara benzetenler aklı devre dışı bırakırlar, hatta tartışmalarda aklın devre dışı bırakılması gerektiğini söylerler. Çünkü bu hususta aklını güzelce kullanan kimse o bozuk inancın bozukluğunu fark eder.

Bu bilgiler dünyanın muhaddisi şeyh Abdullâh el-Hararî'nin “Şerhu’l-kavîm fi halli elfazi essirati’l-mustekîm” kitabından faydalanılarak hazırlanmıştır. Allâh bu mübarek zattan razı olsun (makamını yükseltsin) ve ilminden daha da faydalanmamızı nasip etsin.

Senai Demirciye ait olan "İHLAS"IDIR VARLIĞIN" başlıklı yazıya karşı önemli bir uyarı


Senai Demirci El-İhlâs suresini ne Peygamber Efendimizin ne de hiç bir İslâm aliminin tefsir etmediği bir şekilde, kendine mahsus bir üslup kullanarak açıklamaya kalkıp El-İhlâs suresinde bildirilenin haşa Allâh değil Peygamber Efendimiz olduğunu iddia ediyor ve böylece hem Peygamber Efendimizi yalanlıyor hem de bütün İslâm alimlerinden bu hususta ayrılıyor. Böylece hem Peygamber Efendimizin bu sure için buyurduğu sözünü(1) hem de İslâmi bir kaynak olarak kabul edilen icmayı kaile almıyor. Dolayısıyla Peygamber Efendimizi öveyim derken onu yalanlayan ve icma dışına çıkan bu adama karşı susulmamalıdır.


(1) Hadis-i şerifte geçer ki Peygamber Efendimize kafir olan bir topluluk "Bize Rabbini vasıflandır" dediklerinde Peygamber Efendimiz onlara El-İhlâs suresini okudu ve sonunda kendilerine mealen "Budur Rabbimin sıfatı" demiştir.

Senai Demirci El-İhlâs suresini kendine mahsus bir üslupla mana tahrifatı yaparak açıklamaya kalkıp şöyle diyor:

"De ki O Allah'tan konuşur;
dediği ancak vahiydir; hevasından söylemez.
Ehad'dir O;
"Sen olmasaydın, Sen olmasaydın..." sırrıyla Halık'ının bitanesi, varlığın eşsiz incisi, yaratılış biricik gerçekleşme vesilesidir.
Samed'dir O;
O kimsenin ışığına muhtaç değil; kimse O'nun ışığına ihtiyaçsız değil.
Âlem O'ndan nur alır; O'ndan nurlanmayan herşey karanlıktadır.
Muhabbetlerin hepsi O'nunla muhabbettir; sevmelerin cümlesi O'nun hatırına gerçekleşir.
Doğurmuşlardan kimse O'nun gibi değildir.
Doğurmuşların hatırı O'nun hatırına sayılır.
"Anam babam sana feda olsun ey Muhammed..." hitabının biricik muhatabıdır.
Doğurulmuşlardan kimse O'nun gibi değildir.
Doğurulmuşlar da O'nun hatırına sevilir.
Oğul ve kızlarımıza sonsuzluk vaad eden O'nun haberidir.
Evladı göz aydınlığı eyleyen O'nun müjdesidir.
Evladı anababaya sevdiren de, evlada ana-babayı sevdiren de O'nun muhabbetidir.
Ne dengi vardır ne de benzeri
Müjdelerin aslı, merhametlerin mayası, tesellilerin anası, hüzünlerin çaresi Muhammed'dir."

Hilal TV'de çokca görülen ve Akabe Vakfını talimatıyla yöneten Mustafa İslamoğluna karşı bizzat babasının uyarısı


Mustafa İslamoğlu'nun babası Ahmed İslamoğlu, oğluna karşı cevap veren Ali Eren'e, cevabından ötürü memnun olduğunu ve tebrik etmeyi belirterek şöyle der:


“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat ve idlal etmesin... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”

Ahmed İslamoğlu’ndan Ali Eren’e mektub, Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).

Kelime açıklaması:
dâl = sapık
mudıll = saptırıcı
idlal etmek = saptırmak, yoldan çıkarmak.

İbni teymiye, İbni Kayyim el-Cevziyye ve Muhammed ibn AbdulVehhâb'ın Allâh'a haşa "OTURMA" sıfatını isnat etmeleri ve "MEKAN" tayin etmeleri


İbni teymiye “Mecmu-u’l fetava” diye adlandırılan kitabının 4. cüz’ünün 374. sayfasında Allâh hakkında açıkca “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.


İbni Kayyim el-Cevziyye de “Bedâi-u’l fevâid” diye adlandırılan kitabının 4. cüz’ünün 40. sayfasında Allâh hakkında açıkca “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.

Muhammed ibn AbdulVehhab ise "Mecmuatu rasail fittevhid" diye adlandırılan kitabında “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.

İbn Baaz “Mecelletu'l-hac" h. 1415 yıla tekebül eden 11. cüz Hac dergisinde haşa şöyle demiştir: “Allâh zatı ile arşın üstündedir”

Salih ibn Fevzan, “Nazarat ve takibat ala ma fi kitabisselefiyye“ (Daru’l-vatan, Riyad) isimili kitabının 40. sayfasında şöyle demiştir: “Allâh arşa yerleşmiştir“

Useymin, "Fetâva'l-akide" isimli kitabının 85. sayfasında şöyle demiştir: "Allâh zatıyla arşın üstündeki cihettedir." Aynı kitabın 742. sayfasında da haşa şöyle demiştir: "Allâh hareket ediyor".

Bu gibi ifadeler, bu insanların Allâh'ı cisim olarak kabul ettiklerinin göstergesidir.

Ayrıca Useymin "Tefsir Ayetul-kursiyy" isimli kitabının (Mektebetu İbnu'l-Cevzi) 19. sayfasında Allâh hakkında haşa şöyle demiştir: Kürsi, Allâh'ın iki ayağının bulunduğu yerdir."

Muhammed ibnu AbdulVehhabı bizzat ecdadından kabul eden, Abdurrahmân ibnu Hasen ibnu Muhammed ibnu Abdulvehhab, “Fethu’l-Mecid” kitabının 356. sayfasında (Mektebetu Darusselâm, Riyad) haşa Allâh’ın kürsiye oturduğunu açıkca ifade eder.

Bu son kişinin sözünde, Allâh’a isnat edilen oturma sıfatı, arş ile bağlantılı olarak geçmese de haşa kürsi ile bağlantılı olarak geçiyor ve bu sebeple bu da küfürdür. Bir kimse Allâh’ın haşa arşa oturduğunu iddia ettiğinde nasıl ki küfre giriyorsa Allâh’ın kursiye oturduğunu iddia ettiğinde de küfre girer.

İmana zarar veren bu tür hallerden Allâh’a sığınırız.

Ehl-i Sünnete göre Allâh'ın kesinlikle uzuvları yoktur. Kur'anî ve hadîsî nasslarda uzuvmuş gibi bir izlenimin verildiği yerlerde geçen kelimeler, arapçada çok anlamlı kelimelerdir, mesela mecazi olarak kullanılan ifadeler geçer ve bazı yerler Allâh'ın sıfatlarına delalet ederler bazı yerler ise başka anlamlara.

Selef-i salihin“in bir kısmının tevil etmesiyle birlikte çoğunluğunun müteşabih olan nasslar hususunda izledikleri yol, bu müteşabih olan nassları zahirlerine hamletmemektir (benzetme içerecek bir manada anlamamaktır) ve üzerlerinde durmayarak benzetmeksizin, nasıllık isnat etmeden Allâh’a layık bir anlamı olduğuna inanarak geçiştirmektir.

İbni teymiye, ibni Kayyim el-Cevziyye ve Muhammed ibn AbdulVehhâb gibi müşebbihe olan (Allâh’ı yaratıklara benzetmeye kalkan) şimdikl vehhabilerin de Allâh’a “OTURMA“ sıfatını isnat etmeyi devam ettirdiklerini pekiştirmek için misal verilecek olursa:

Aşağıdaki resimde görüldüpü gibi Akaitle ilgili olan bu kitabı vehhabi olan AbdulAziz ibn Faysal adında biri yazmıştır.
Kitabı takdim eden de koyu vehhabi Salih ibn Fevzandır.

Bu kitapta Allâh’a “OTURMA” sıfatı açıkca isnat edildiği halde Salih ibn Fevzan bu kitap için takriz yazmıştır aşağıdaki resimde görüldüğü gibi:

Sözkonusu olan vehhabi AbdulAziz ibn Faysal’ın kitabında, Allâh hakkında “OTURMA” sıfatını kullandığı ifade ise aşağıdaki resimde görüldüğü gibi ortadadır ve tevil edilemeyecek şekilde sarihtir (belirgin, açık):

Arapçayı anlamayanlar için yukarıdaki sayfada geçen yazı özetlenecek olursa, yazar haşa “Allâh’ın istivası, oturmaktan başka türlü olur mu?” diyen birisinin sözünü naklediyor bir de ardından yorum yaparak “Bu söz ise doğrudur üzerine toz konmuşluğu yoktur…” diyerek o küfür sözünü böylece doğrulamaya kalkıyor.

Bir vehhabinin, arapça dilinde Allâh’a “OTURMA” sıfatını diliyle nasıl isnat ettiğini kendi kulakları ve gözleri ile duymak ve görmek isteyen, video çekimi olan şu görüntüleri izlesin:
http://www.muslems.net/madeeh/mojaseem.MPG

Usul ve Kelam alimlerinin mücessime ile müşebbihe (Allâh'ın cisim ve yaratıklarına benzer olduğunu kabul edenler) fırkası için yaptıkları açıklamalar


Dünyaca meşhur olup hak olan çeşitli mezhebin alimleri tarafından sözleri alıntılanan ve kabul gören imam Ebu Mansur AbdulKahir el-Bağdâdî, ilim ehli tarafından “Et-tabsiratu’l-bağdadiye” adı altında tanınan “Usulu’d-dîn” [1] isimli kitabında mücessime (Allâh’ın cisim olduğunu kabul edenler) ile müşebbihe’nin (Allâh’ı yarattığı şeylere benzetenlerin) hükmüne değinerek şöyle demiştir: “Horasanın Kerramiyye’den olan cismiyyesine (Allâh’ın cisim olduğunu kabul edenlerine) gelince, onları tekfir etmek vaciptir (gereklidir) şu sözleri söyledikleri için:

(haşa) “Allâh’ın sınırı ve nihayeti olduğunu”,
(haşa) “Herhangi bir şeyi kendisinde yokken varlığa gelen bir görmeyle gördüğünü”,
(haşa) “İşittikleri şeyleri kendisinde yokken varlığa gelen bir idrakle işittiğini” ve (haşa) “Kendisinde idrakın yokken varlığa gelişi olmasaydı herhangi bir sesi idrak etmiş ve görülecek herhangi bir şeyi görmüş olmazdı”
Onlar, kendileri için Allâh Teâlâ’nın Zatına hâdis olan (yokken varlığa gelen) şeylerin dahil olacağını mümkün bulmaları sebebiyle fesatlık çıkarmışlardır.” Burada sözü sona ermiştir.

İmam Ebu Mansur el-Bağdâdî “El-esmâu ve’s-sıfât” [2] isimli kitabında ise şöyle demiştir: “El-Eşari ve mutekellimun’un (kelam alimlerinin) en çoğu bidati küfür olan veya küfre yol açan her bidatçinin (kötü bidat sahibinin) tekfir edileceğini söylemişlerdir, (örnekler) mabudunun bir sureti olduğunu veya sınırı ve nihayeti olduğunu veya O’nun için hareketin ve durgunluğun mümkün olduğunu iddia edenler gibi.” Burada sözü sona ermiştir.

İmam Gazali, "El-iktisadu fi'l-itikad" isimli kitabında imam Ebu Mansur el-Bağdâdî'nin sözüyle uyuşmayan bir söz söyleyerek mutezile ve müşebbihe gibi ve diğer sapık fırkaların tekfir edilmemesinin uygun olduğunu ifade etmiştir.

Doğrusu şu ki imam Gazali bu hususta hata etmiştir. Dolayısıyla "El-iktisadu fi'l-itikad" isimli kitabında bu hususla ilgili söylediği sözlere güvenilmemelidir.

Burada hicri 429 yılında vefat etmiş, eşari olan büyük bir imamdan bahsediliyor. İmam Gazali ise sonra gelmiştir ve kendisi de eşaridir.

Ayrıca imam Gazali "El-Munkızu mine'd-dalal" isimli kitabında, önceden düştüğü ve sonradan döndüğü hataları olduğunu bildirmiştir.

[1] Usulu’d-dîn, Daru’l-kutubu’l-ilmiyye baskısı, Beyrut, s. 361
Osmanlı döneminin son Şeyhu’l-İslâmı olan Mustafa Sabri Efendinin vekilliğini yapmış olan Muhammed Zahid el-Kevserî de bu sözü benimseyerek “Makalat El-Kevserî” isimli kitabının Darus-selâm baskısı, Mısır, 260-261 sayfalarında imam Ebu Mansur el-Bağdâdî’den nakilde bulunmuştur.
[2] El-Kevserî, “Makalat El-Kevserî”, s. 261

Tefsir kitabı olarak tanıtılan "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabı Abdullâh ibnu Abbâs'a ait değildir


Bazı insanlar "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabının Abdullâh ibnu Abbâs'a ait olduğunu zannederler, bazıları da ait olup olmadığından şüphe ederler. Oysaki bu kitabın ona ait olmadığı ortadadır.


Bu kitapta silsile-i kezib (yalan içerikli rivayet zinciri) vardır. Silsile-i kezib; es-Suddî'nin el-Kelibî'den, el-Kelibî'nin de Ebu Sâlih'ten rivayet edişidir. Dolayısıyla Allâh'ın arşa istivasını haşa arşa kurulmakla tefsir etmiş diye Abdullâh ibnu Abbâs'a isnad edilen rivayet bir yalandır. İmam Beyhakî "El-Esmâu ve's-sıfât" isimli kitabının 413. sayfasında, bahiskonusu olan rivayetin münker (karşı çıkılacak kötü) bir rivayet olduğunu söyler.

Dolayısıyla "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" isimli kitaba karşı uyarmak farzdır, çünkü bu kitabın İbni Abbâs'a ait olduğu, onun hakkında bir yalandır.

Kaynak:
Şam diyarının muhaddisi allame Abdullâh el-Harari Hocaefendiye ait "Makalâtu's-sunniyyetu fi keşfi dalalat Ahmed ibni Teymiye" (Ahmed ibni Teymiyenin dalaletlerini keşfetme hususunda sünni makaleler) kitabı, Daru'l-Meşârî', 5.baskı, s. 180

İzzeddin ibn Abdusselam’a ait olup türkçeye “İslâmî Hükümlerin Esas ve Hikmetleri“ adı altında çevirilen kitapta sokuşturma vardır


İzzeddin ibn Abdusselam’a ait olan “Kavâidu’l-ahkâm fî mesâlihi’l-enâm“ isimli kitap, İz Yayıncılık tarafından “İslâmî Hükümlerin Esas ve Hikmetleri“ adı altında yayımlanmıştır. Bu kitaba arapça olan nüsha itibariyle sokuşturma yapılarak ve bu sokuşturma türkçeye de çevirilerek Dine aykırı olan şöyle bir ifade geçiyor: Avamdan olan bir cahil, Allâh’ın üst yönde olduğuna inanırsa bu durumda özürlü sayılır çünkü bir varlığın yönsüz olarak var olduğunu bilmek zor bir şeydir.“ Bu söz kesinlikle doğru değildir.


İzzeddin ibn Abdusselam’ın böyle bir şeyi demiş olduğunu zannetmiyoruz. Çünkü dört mezhep imamı Allâh’ın bir yönde olduğunu söyleyen kimsenin küfre girdiğini söylerler. İzzeddin ibn Abdusselam gibi bir alim bu bilgiden haberdardır, dolayısıyla öyle bir söz söylememiştir.

Dikkat edilmesi gereken kitap şudur:

Vehhabi zihniyetli yazarlar ile vehhabi kaynaklı kitapları tanıyabilmek için gerekli bilgiler


Vehhabi zihniyetli yazarlar ile vehhabi kaynaklı kitapları tanıyabilmek için, bu kitapların nerelerde basıldıklarına dair örnekler vermek isterim. Böylece müslüman bir kimse, inancının bozulmaması için hangi kitabı okumaması gerektiğini anlar ve ona göre önlem alır:


Aşağıdaki bilgiler, kendi sitelerine ve bildirilerine dayanmaktadır.


Çeşitli ülkelerde olmak üzere vehhabilere ait kitap büroları ve yayınevleri:

Batı Diyre Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
İslam'a Yeni Girenler Komitesi/ Medine-i Münevvere - S.Arabistan
Suley Semti İslami Davet Bürosu /Riyad - S.Arabistan
Şifa Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
Rabva Semti İslâmî Dâvet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
Ravda Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
el-Kasim Yayınevi/ Riyad - S.Arabistan
el-Cureysi Kurumu/ Riyad - S.Arabistan
Cubeyl İslami Davet Bürosu/ Cubeyl - S.Arabistan
İslami İşler, Vakıflar, Davet ve İrşad Bakanlığı/ Riyad - S.Arabistan
Kassim Bölgesi İslami davet Bürosu/ Kassim - S.Arabistan
Guraba Yayınevi/ İstanbul - Türkiye
Kitap ve Sünneti İhya Yayınları/ Ankara - Türkiye
Uluslararası İslami Öğrenci Organizasyonları Birliği/ Kuveyt

Vehhabi yazarlar: ·Abdulazim el-Ciddavi ( Türkçe )
·Abdulaziz b. Abdullah Al-Şeyh ( Türkçe )
·Abdulaziz b. Abdullah b. Baz ( Türkçe )
·Abdulkadir Değirmenci ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdulaziz el-İydan ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdurrahman el-Cibrin ( Türkçe )
·Abdullah et-Tayyar ( Türkçe )
·Abdulmelik el-Kasim ( Türkçe )
·Abdulmelik el-Maliki ( Türkçe )
·Abdurrahman b. Hammad el-Umer ( Türkçe )
· Abdurrahman b. Nasır es-Sa'di ( Türkçe )
·Ahmed b. Sa'd el-Hamdan ( Türkçe )
·Ahmed b. Salim Baduvaylan ( Türkçe )
·Ahmed en-Nabulsi ( Türkçe )
·Ömer Ünal ( Türkçe )
·Bekr b. Abdullah Zeyd ( Türkçe )
·Cemaleddin el-Amra ( Türkçe )
·Cemaleddin Kutlu ( Türkçe )
·Ebubekir el-Cezairi ( Türkçe )
·Fadl İlahi Zahir ( Türkçe )
·Fikri Göncü ( Türkçe )
·Gazi Dağıstani ( Türkçe )
·Guraba Yayınevi ( Türkçe )
·Hafız el-Hakemi ( Türkçe )
·Halid b. Abdullah b. Nasır ( Türkçe )
·Halid el-Cureysi ( Türkçe )
·Hamed el-Ammar ( Türkçe )
·Harun Yıldırım ( Türkçe )
·Hüseyin Alıcı ( Türkçe )
·Hüseyin Aydın ( Türkçe )
·Kitap ve Sünneti İhya Yayınevi ( Türkçe )
·M.Beşir Eryarsoy ( Türkçe )
·Medine-i Münevvere İslam Üniversitesi İlmi Araştırmalar Enstitüsü ( Türkçe )
·Muhammed Ali eş-Şevkani ( Türkçe )
·Muhammed Ali Kara ( Türkçe )
·Muhammed Ali Kari ( Türkçe )
· Muhammed b. Abdullah es-Selman ( Türkçe )
· Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyyis ( Türkçe )
· Muhammed b. Salih el-Muneccid ( Türkçe )
· Muhammed b. Süleyman et-Temimi ( Türkçe )
· Muhammed b. İbrahim Şakra ( Türkçe )
· Muhammed b.Salih el-Useymin ( Türkçe )
· Muhammed Cemil Zeyno ( Türkçe )
· Muhammed Ebu Said el-Yarbuzi ( Türkçe )
· Muhammed es-Suhaym ( Türkçe )
· Muhammed eş-Şehavi ( Türkçe )
· Muhammed Ferzande ( Türkçe )
· Muhammed Halil el-Herrras ( Türkçe )
·Muhammed Nasıruddin el-Elbani ( Türkçe )

Burada Yayınlanan Bilgilerin Paylaşımı Hakkında

Burada paylaşılan bilgilerin, alıntılanarak başka bir sitede yayınlaması için izin almak gerekmez. Başka insanların yazmış olduğu faydalı bilgileri paylaşmak için Dini açıdan izin almak şart değildir. Önceki zamanda gelmiş alimler, kendi elleriyle kitap telif ederek emekleri daha çok geçtiği halde kitaplarının çoğaltılması hususunda bunun izinsiz olarak yapılamıyacağına dair bir hüküm vermemişlerdir. Çünkü bu İslâm Dinine göre caiz olan bir durumdur. Yani bir kitabın yazarından izin almaksızın o kitabı çoğaltan bir insan mahsurlu olan bir duruma düşmemiştir. Din adına aksini iddia edenler Dine aykırı bir söz söylemiş olurlar.

Ancak kişinin, başkalarına ait olan araştırmalarını kendine aitmiş gibi bir izlenim bırakması da uygun bir davranış değildir. Sözün kısası, başkalarının da faydalanması için alıntılanacak yazının kaynağı belirtilirse uygun olur. Böylece okuyucular diğer yazılardan da faydalanabilirler.

İletişim

Tekliflerinizi ve yazılmış hatalar varsa bu hususlarda ikazlarınızı şurayı: Profilimin tamamını görüntüle tıklayarak ilgili sayfada görüntülenen iletişim kısmındaki email adresi aracılığıyla iletebilirsiniz.

Hakkımda

İlimsizce fetva verenlerin ve kafa karıştırcı bilgileri etrafa yaymaya çalışan birçok insanın önceki zamanlara nazaran oranla daha çok türediği bu zamanda Ehl-i Sünnet'in gerek arapça gerekse türkçe dilinde yazılmış olan kaynak eserlerinden yararlanmak suretiyle İslâmi hakikatlerin ortaya çıkması için müslümanların hizmetine yaptığım araştırmaları paylaşmak isterim. Yüce Allâh'tan niyetimi Kendisi için hâlis kılmasını, riyâkar olmaktan korumasını ve hâlis bir niyet üzerinde kalmamı nasip etmesini dilerim.