Bu blog sitesine yer verilen İslâmî bilgilerden, maalesef yanlış olarak bilgilenmiş insanların doğru bir şekilde bilgilenmeleri ve belirli bir zaman öncesinden beri ortaya çıkmış yanlış fikirlerin revaç bulmalarını sağlamak isteyen insanlara karşı Ehl-i Sünnet kaynakları doğrultusunda deliller sunularak reddiyede bulunmak suretiyle İslâmî hakikatlerin ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır. Allâh rısazı için gayret bizden, hidayet ise Yüce Allâh'tandır.

Blog Arşivi

9 Haziran 2008 Pazartesi

Halil gönence ait "Günümüz meselelerine fetvalar" kitabına karşı bir uyarı


Halil gönenç, alimlerin bazı hususları nasıl değerlendirdiklerini karıştırarak böylece yanlış ve imana zarar veren sakıncalı sözler söylemiştir.


Halil gönenç, "Günümüz meselelerine fetvalar" adlı kitabının 1. cild 28. sayfasında bir meseleyi ciddi bir şekilde karıştırarak diyor ki (ki dediği çok yanlıştır): "Allâh'ın mekanı ve yönü olduğunu kabul eden, alimlerin çoğuna göre kafir olmuyor"

Bu sözüne göre bazı alimler yani azınlıkta kalanlar demişler ki Allâh'a mekan isnat eden küfre girer. Alimlerin en çoğu ise Gönencin iddiasına göre Allâh'a mekan isnat edenin küfre girmediğini söylemişlermiş.

Karıştırmış olduğu mesele şudur: Aslında dört mezhebin imamları (İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed) dahil olmak üzere alimlerin hemen hepsi Allâh'a mekan isnad edenin bu sebeple küfre girdiğini söylemişlerdir.

Mezhep kurucuları dışında kalan bazıları ise azınlıkta kalarak Allâh'a mekan isnat edenin küfre girmediğini söylemiştir. Fakat bu söz doğru değildir, kale alınmaz çünkü mezhep imamlarının sözlerine muhaliftir. Dikkat edilecek olursa Halil gönenç iki meseleyi birbirine karıştırarak çok sakıncalı bir hataya düşmüştür.
Mezhep imamlarının Allâh'a mekan ve yön isnat edenin küfre girmiş olmasıyla hükmettiklerini, hem hanefilerden Molla Aliyyu'lkâri şerhu'l mişkat kitabında belirtmektedir hemde şafilerden olan ve aynı zamanda mutlak müçtehit derecesine yükselmiş olan Takiyyuddin es-Subkî fetvalarında belirtmektedir.

Böylece belli olur ki halil gönenç daha Usuluddin yani inancın temelleri ile ilgili hususlara hakim olan birisi bile değildir. O halde onun bu kitabından sakınılsın.

İbni teymiyenin felsefi görüşüne dair


Bedruddîn ez-Zerkeşî “Teşnîfe’l-mesâmi’“ isimli eserinde şöyle demiştir: “Bu alem, yüksekliğinde ve aşağısında bulunanlar, maddeleri, arazları ve sureti olmak üzere cümlesiyle muhdestir (varlığa getirilmiştir). Bunlar yokken var olmuşlardır ve buna dair milletlerin (ehl-i kitabın) icmaı vardır ve buna felsefecilerden başka muhalefet eden olmamıştır. Bunlardan kimileri Fârabî ve İbni Sînâdır, bunlar şöyle demişlerdir: ’Alem maddesi ve sureti ile kadîmdir (ezelidir, başlangıçsızdır), maddesi kadîm sureti ise muhdes olduğu da denilmiştir.’“ Sonra ez-Zerkeşî devamla şöyle demiştir:“…Müslümanlar onları dalalette saymışlar ve tekfir etmişlerdir (kafir olarak saymışlardır)“


Bedreddîn ez-Zerkeşînin bununla demek istediği şudur ki bu husus (alemin cinsinin ezeli olduğunu kabullenmek) İslâm alimlerinin icmaı ile küfürdür.

Bedruddîn ez-Zerkeşî, zamanında dünyanın alimi olan Siracuddîn el-Bulkîni’den tahsil görmüş aslı türk olan bir zattır.

Dolayısıyla İbni Teymiye birçok kitabında alemin madde itibariyle ezeli olduğunu söylediği için küfre girmiştir.

Ayrıca İbni Sinan'ın da küfür içeren bozuk bir inanç üzerinde olduğu, ez-Zerkeşinin sözünden anlaşılır.

Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) masumiyeti hakkinda alimlerden nakiller


Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) küfür, büyük ve kıymet düşürücü küçük günahlara girmediklerinin icma olduğunun beyanı

Kurtubi Tefsiri:
“Peygamberler icma bulunarak büyük ve rezillik içeren küçük günahlardan masumdurlar (korunmuşturlar)”

Seâlibi Tefsiri:
“Ümmet Peygamberlerin büyük ve rezillik içeren küçük günahlardan masum olduklarına dair icma etmişlerdir.”

Ebu Hayyân el-Endulusî’ye ait Bahru’l-muhit tefsiri:
İbni Atiyye şöyle demiştir:
“Alimler Peygamberlerin (aleyhimussalâtu vesselâm) büyük ve rezillik olan küçük günahlardan masum olduklarına dair icma etmişlerdir.”

İbni Allân es-Sıddîkî’ye ait Delilu’l-fellâh’în şerhu riyadussalihîn kitabı:
“Peygamberler icma ile büyük günahlardan ve rezillik içeren küçük günahlardan masumdurlar.”

Tilimsani "Şerhu Luma' el-edille" isimli eserinde şöyle (1) demiştir:

“Onlar (Peygamberler) için büyük günah kesinlikle mümkün değildir. Israr etmemek şartıyla küçük (kiymet düşürücü olmayan) günahı kasten yapmak ise mümkündür. Onlar için ayrıca bir demet bakla veya bir (üzüm tanesi gibi) tane çalmak gibi kıymet düşürmeye ve himmet aşağılığına delalet eden bir küçük günah da mümkün değildir.”
Ayrıca şu bilgilere (2) de yer vermiştir:
“Onların büyük günahlardan, küçük günahları işlemekte ısrarlı olmaktan ve diyanete olan ilgisizliği duyuracak her türlü küçük günahtan masum olmaları, icmaya dayandırılmıştır.”

Tilimsani, Peygamberlerin masumiyeti hakkında bilgi verdikten sonraki ilerleyen satırlarda Peygamber Efendimiz hakkında Bedir esirleri olayını, Tabûk gazvesi olayını ve amâ olan adama karşı olan tutumu ile ilgili olayı ele alarak bunları evla olanı terk etmek olarak nitelendirmektedir, bunları hata olarak adlandırmayı kabul etmemektedir.

(1) Tilimsani, Şerhu Luma' el-edille, s. 197. Bu kitap el yazma kitabıdır. Bu sözü, el yazması kitaplara vakıf olan şam diyarının muhaddisi Abdullâh el-harari hocaefendi bizzat meşhur olan nesefi akidesini açıkladığı "el-metâlibu'l-vefiyye şerhu akidetin-nesefiyye" isimli eserinin 137. sayfasında nakletmektedir.
(2) Tilimsani, Şerhu Luma' el-edille, s. 198

Cariye hadisi hakkında önemli bir açıklama


Bir defa cariye hadisi muztarib olan bir hadistir yani birbirinden değişik olacak şekilde birçok rivayeti vardır. Böyle bir hadis ise sahih olmadığı için akaidî (inanca ait) konularda delil olarak gösterilemez. Çünkü alimlerimiz, Allâh’ın sıfatlarıyla ilgili olarak demişlerdir ki bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek için delil olarak gösterilecek hadis sahih olup isnadındaki (dayanağındaki) bütün ravilerin (rivayetçilerin) tüm alimler tarafından sika (güvenilir) olduklarına ittifak edilmiş (sözbirliği içinde olunmuş) olması gerekiyor yani hangi hadisin sahih olması hususunda ihtilafa düşülmüşse yani hangi hadisin ravilerinin bir kısmını bazı alimler sika olarak kabul etmemisşe o zaman böyle bir hadis akaidî konularda delil gösterilemez. Kaldı ki hanefiler bir hadisin akaidî konularda delil olarak gösterilmesi için o hadisin meşhur derecesinde (meşhur hadis; en az üç sahabinin duymuş olduğu hadistir) olmasını şart koşarlar yani hadis, meşhur derecesinde değilse onlara göre akaidî konular için delil olarak gösterilemiyor.

Kısacası bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek için bu sıfatın ya Kur’anıkerimde ya sahih olduğuna dair ittifakedilmiş sahih olan hadiste ya da alimlerin icmaında (sözbirliğinde) geçmiş olması gerekiyor. Bu hususta yani bir sıfatın Allâh’a ait olduğunu kabul edebilmek hususunda tüm alimler bu meselenin böyle olması gerektiğine dair ittifak etmişlerdir. Ancak hanefiler sözkonusu olan hadis hususunda, o hadisin meşhur olmasını şart koşmuşlardır.

Ayrıca bu cariye hadisi sahih-i Muslim’de geçse de bu onun sahih olduğu anlamına gelmez. Çünkü Muslimin kendisi kitabının önsözünde bildirir ki, kitabına geçirmiş olduğu hadisleri muhaddislere (hadis alimlerine) arz etmiştir ve bunun üzerine onlar dört hadis hariç hepsini kabul etmişlerdir. Yani kitabında muhaddisler tarafından kabul edilmemiş dört hadisin bulunmasından bizzat söz eder. Ancak bunların hangileri olduğuna değinmez. Fakat muhaddisler bunların hangileri olduğunu tespit etmişlerdir. İşte cariye hadisi de bunlardan biridir.

Zamanımızın tartışmasızca büyük muhaddisi olarak kabul edilen şeyh Abdullâh el-Hararî'ye ait olan “Şerh el-kavîm fi halli elfâzis-sıratı’l-mustekîm” adlı eserinde bu konuyla ilgili geçen değerli bilgilerden, şunlar belli olur:
Cariye hadisinin sahih olmadığına delil olarak denilir ki bu hadis iki şeyden dolayı sahih değildir.

Birincisi değişik yönlerden rivayet edilmiş olmasıdır.

İkincisi “Allâh nerededir” diye geçen ifadenin Dinin usulüne (temellerine) aykırı olmasıdır. Çünkü Şeriatın usulündendir ki bir kişiye, kendisinden “Allâh göktedir” ifadesi duyulmasıyla Müslüman olarak hükmedilmez çünkü bu söz yani Allâh göktedir sözü, hem hiristiyanlar hem yahudiler hem de başka dinin mensupları tarafından ortakca söylenen bir ifadedir. Dinimizde bu hususla ilgili olarak asıl (temel) olarak kabul edilen husus, mütevatir derecesinde olan bir hadiste geçenidir. Sözkonusu olan mütevatir hadis ise mealen şöyledir: “Ben insanlarla taki Allâh’tan başka bir İlâhın olmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şehadet edinceye kadar, ... savaşmakla emrolundum”

Cariye ile ilgili rivayetlerden imam Malik'in şu rivayeti (Allâh’tan başka bir İlah'ın olmadığına şehadet ediyor musun?) Dinin usulü ile bağdaşmaktadır.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, o kadın kölesinden sırf “Allâh göktedir” ifadesini duymuş olmasıyla o kadına müslüman olarak hükmetmiştir demek, Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakışmaz.

Nerede kelimesi hakkında bilinmelidir ki bu kelime çoğu zaman mekan hakkında sorulan bir soru olarak söylenir. Fakat bazı durumlarda mekan hakkında bir soru olarak değil derece hakkında sormak için söylendiği de olur. Mesela arapçada denilir ki Ali nerde Muaviye nerde? Hatta türkçe dilinde bile bir kişiyle başka bir kişi arasında büyük bir fark olduğunu ifade etmek için mesela Ahmet nerede Mehmet nerede denilir yani ikisinin bir tutulmasının doğru olmadını ifade etmek için söylenir. Kısacası arapçada nerede kelimesinin başka anlama geldiği de oluyor.

Şunu da iyi bilmek gerekir Muslim'in rivayet ettiği o hadisi sahih olarak kabul edenler, o hadisi zahirine (zahiren kuruntu ettirdiği anlama yani Allâh’ın, zatıyla gökte bulunuyor diye kuruntu ettirdiği anlamına) hamletmemişlerdir (öyle anlamamışlardır). Onlar şunu anlamışlardır: “Allâh nerede” ifadesi, senin Allâh’ı yüceltmek bakımından inancın nedir? anlamındadır. “Allâh göktedir” ifadesi ise Allâh’ın derecesi pek yüksektir anlamındadır.

Allâh’ın gökte olduğunu kabul edenler, Allâh’ın değiştiğini kabul etmiş olurlar ki böylece Eş-şûra suresinin 11. ayetini yalanlamış olurlar. Çünkü değişkenlik yaratıkta bulunan bariz bir sıfattır ve yaratık olmaya işaret eden en büyük alamettir. O halde Allâh’ın gökte olduğunu söyleyenler Allâh’ın önceden gökte olmadığını, sonradan Allâh’ın gökte olduğunu kabul etmişlerdir. Bu inancı akıl bile kabul etmez. Dinimizde akla değer verildiği El-Mulk suresinde geçen bir ayetten anlaşılır. Ayette bildirilir ki kafirler ahirette derler ki bizler dinleseydik (kabul ederek dinleseydik) ve akıl etseydik (aklı kullansaydık) cehennemlik olmayacaktık. Bu zamanımızda Allâh’ı yaratıklara benzetenler aklı devre dışı bırakırlar, hatta tartışmalarda aklın devre dışı bırakılması gerektiğini söylerler. Çünkü bu hususta aklını güzelce kullanan kimse o bozuk inancın bozukluğunu fark eder.

Bu bilgiler dünyanın muhaddisi şeyh Abdullâh el-Hararî'nin “Şerhu’l-kavîm fi halli elfazi essirati’l-mustekîm” kitabından faydalanılarak hazırlanmıştır. Allâh bu mübarek zattan razı olsun (makamını yükseltsin) ve ilminden daha da faydalanmamızı nasip etsin.

Senai Demirciye ait olan "İHLAS"IDIR VARLIĞIN" başlıklı yazıya karşı önemli bir uyarı


Senai Demirci El-İhlâs suresini ne Peygamber Efendimizin ne de hiç bir İslâm aliminin tefsir etmediği bir şekilde, kendine mahsus bir üslup kullanarak açıklamaya kalkıp El-İhlâs suresinde bildirilenin haşa Allâh değil Peygamber Efendimiz olduğunu iddia ediyor ve böylece hem Peygamber Efendimizi yalanlıyor hem de bütün İslâm alimlerinden bu hususta ayrılıyor. Böylece hem Peygamber Efendimizin bu sure için buyurduğu sözünü(1) hem de İslâmi bir kaynak olarak kabul edilen icmayı kaile almıyor. Dolayısıyla Peygamber Efendimizi öveyim derken onu yalanlayan ve icma dışına çıkan bu adama karşı susulmamalıdır.


(1) Hadis-i şerifte geçer ki Peygamber Efendimize kafir olan bir topluluk "Bize Rabbini vasıflandır" dediklerinde Peygamber Efendimiz onlara El-İhlâs suresini okudu ve sonunda kendilerine mealen "Budur Rabbimin sıfatı" demiştir.

Senai Demirci El-İhlâs suresini kendine mahsus bir üslupla mana tahrifatı yaparak açıklamaya kalkıp şöyle diyor:

"De ki O Allah'tan konuşur;
dediği ancak vahiydir; hevasından söylemez.
Ehad'dir O;
"Sen olmasaydın, Sen olmasaydın..." sırrıyla Halık'ının bitanesi, varlığın eşsiz incisi, yaratılış biricik gerçekleşme vesilesidir.
Samed'dir O;
O kimsenin ışığına muhtaç değil; kimse O'nun ışığına ihtiyaçsız değil.
Âlem O'ndan nur alır; O'ndan nurlanmayan herşey karanlıktadır.
Muhabbetlerin hepsi O'nunla muhabbettir; sevmelerin cümlesi O'nun hatırına gerçekleşir.
Doğurmuşlardan kimse O'nun gibi değildir.
Doğurmuşların hatırı O'nun hatırına sayılır.
"Anam babam sana feda olsun ey Muhammed..." hitabının biricik muhatabıdır.
Doğurulmuşlardan kimse O'nun gibi değildir.
Doğurulmuşlar da O'nun hatırına sevilir.
Oğul ve kızlarımıza sonsuzluk vaad eden O'nun haberidir.
Evladı göz aydınlığı eyleyen O'nun müjdesidir.
Evladı anababaya sevdiren de, evlada ana-babayı sevdiren de O'nun muhabbetidir.
Ne dengi vardır ne de benzeri
Müjdelerin aslı, merhametlerin mayası, tesellilerin anası, hüzünlerin çaresi Muhammed'dir."

Hilal TV'de çokca görülen ve Akabe Vakfını talimatıyla yöneten Mustafa İslamoğluna karşı bizzat babasının uyarısı


Mustafa İslamoğlu'nun babası Ahmed İslamoğlu, oğluna karşı cevap veren Ali Eren'e, cevabından ötürü memnun olduğunu ve tebrik etmeyi belirterek şöyle der:


“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat ve idlal etmesin... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”

Ahmed İslamoğlu’ndan Ali Eren’e mektub, Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).

Kelime açıklaması:
dâl = sapık
mudıll = saptırıcı
idlal etmek = saptırmak, yoldan çıkarmak.

İbni teymiye, İbni Kayyim el-Cevziyye ve Muhammed ibn AbdulVehhâb'ın Allâh'a haşa "OTURMA" sıfatını isnat etmeleri ve "MEKAN" tayin etmeleri


İbni teymiye “Mecmu-u’l fetava” diye adlandırılan kitabının 4. cüz’ünün 374. sayfasında Allâh hakkında açıkca “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.


İbni Kayyim el-Cevziyye de “Bedâi-u’l fevâid” diye adlandırılan kitabının 4. cüz’ünün 40. sayfasında Allâh hakkında açıkca “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.

Muhammed ibn AbdulVehhab ise "Mecmuatu rasail fittevhid" diye adlandırılan kitabında “CULUS” yani “OTURMA” sıfatını ifade etmiştir.

İbn Baaz “Mecelletu'l-hac" h. 1415 yıla tekebül eden 11. cüz Hac dergisinde haşa şöyle demiştir: “Allâh zatı ile arşın üstündedir”

Salih ibn Fevzan, “Nazarat ve takibat ala ma fi kitabisselefiyye“ (Daru’l-vatan, Riyad) isimili kitabının 40. sayfasında şöyle demiştir: “Allâh arşa yerleşmiştir“

Useymin, "Fetâva'l-akide" isimli kitabının 85. sayfasında şöyle demiştir: "Allâh zatıyla arşın üstündeki cihettedir." Aynı kitabın 742. sayfasında da haşa şöyle demiştir: "Allâh hareket ediyor".

Bu gibi ifadeler, bu insanların Allâh'ı cisim olarak kabul ettiklerinin göstergesidir.

Ayrıca Useymin "Tefsir Ayetul-kursiyy" isimli kitabının (Mektebetu İbnu'l-Cevzi) 19. sayfasında Allâh hakkında haşa şöyle demiştir: Kürsi, Allâh'ın iki ayağının bulunduğu yerdir."

Muhammed ibnu AbdulVehhabı bizzat ecdadından kabul eden, Abdurrahmân ibnu Hasen ibnu Muhammed ibnu Abdulvehhab, “Fethu’l-Mecid” kitabının 356. sayfasında (Mektebetu Darusselâm, Riyad) haşa Allâh’ın kürsiye oturduğunu açıkca ifade eder.

Bu son kişinin sözünde, Allâh’a isnat edilen oturma sıfatı, arş ile bağlantılı olarak geçmese de haşa kürsi ile bağlantılı olarak geçiyor ve bu sebeple bu da küfürdür. Bir kimse Allâh’ın haşa arşa oturduğunu iddia ettiğinde nasıl ki küfre giriyorsa Allâh’ın kursiye oturduğunu iddia ettiğinde de küfre girer.

İmana zarar veren bu tür hallerden Allâh’a sığınırız.

Ehl-i Sünnete göre Allâh'ın kesinlikle uzuvları yoktur. Kur'anî ve hadîsî nasslarda uzuvmuş gibi bir izlenimin verildiği yerlerde geçen kelimeler, arapçada çok anlamlı kelimelerdir, mesela mecazi olarak kullanılan ifadeler geçer ve bazı yerler Allâh'ın sıfatlarına delalet ederler bazı yerler ise başka anlamlara.

Selef-i salihin“in bir kısmının tevil etmesiyle birlikte çoğunluğunun müteşabih olan nasslar hususunda izledikleri yol, bu müteşabih olan nassları zahirlerine hamletmemektir (benzetme içerecek bir manada anlamamaktır) ve üzerlerinde durmayarak benzetmeksizin, nasıllık isnat etmeden Allâh’a layık bir anlamı olduğuna inanarak geçiştirmektir.

İbni teymiye, ibni Kayyim el-Cevziyye ve Muhammed ibn AbdulVehhâb gibi müşebbihe olan (Allâh’ı yaratıklara benzetmeye kalkan) şimdikl vehhabilerin de Allâh’a “OTURMA“ sıfatını isnat etmeyi devam ettirdiklerini pekiştirmek için misal verilecek olursa:

Aşağıdaki resimde görüldüpü gibi Akaitle ilgili olan bu kitabı vehhabi olan AbdulAziz ibn Faysal adında biri yazmıştır.
Kitabı takdim eden de koyu vehhabi Salih ibn Fevzandır.

Bu kitapta Allâh’a “OTURMA” sıfatı açıkca isnat edildiği halde Salih ibn Fevzan bu kitap için takriz yazmıştır aşağıdaki resimde görüldüğü gibi:

Sözkonusu olan vehhabi AbdulAziz ibn Faysal’ın kitabında, Allâh hakkında “OTURMA” sıfatını kullandığı ifade ise aşağıdaki resimde görüldüğü gibi ortadadır ve tevil edilemeyecek şekilde sarihtir (belirgin, açık):

Arapçayı anlamayanlar için yukarıdaki sayfada geçen yazı özetlenecek olursa, yazar haşa “Allâh’ın istivası, oturmaktan başka türlü olur mu?” diyen birisinin sözünü naklediyor bir de ardından yorum yaparak “Bu söz ise doğrudur üzerine toz konmuşluğu yoktur…” diyerek o küfür sözünü böylece doğrulamaya kalkıyor.

Bir vehhabinin, arapça dilinde Allâh’a “OTURMA” sıfatını diliyle nasıl isnat ettiğini kendi kulakları ve gözleri ile duymak ve görmek isteyen, video çekimi olan şu görüntüleri izlesin:
http://www.muslems.net/madeeh/mojaseem.MPG

Usul ve Kelam alimlerinin mücessime ile müşebbihe (Allâh'ın cisim ve yaratıklarına benzer olduğunu kabul edenler) fırkası için yaptıkları açıklamalar


Dünyaca meşhur olup hak olan çeşitli mezhebin alimleri tarafından sözleri alıntılanan ve kabul gören imam Ebu Mansur AbdulKahir el-Bağdâdî, ilim ehli tarafından “Et-tabsiratu’l-bağdadiye” adı altında tanınan “Usulu’d-dîn” [1] isimli kitabında mücessime (Allâh’ın cisim olduğunu kabul edenler) ile müşebbihe’nin (Allâh’ı yarattığı şeylere benzetenlerin) hükmüne değinerek şöyle demiştir: “Horasanın Kerramiyye’den olan cismiyyesine (Allâh’ın cisim olduğunu kabul edenlerine) gelince, onları tekfir etmek vaciptir (gereklidir) şu sözleri söyledikleri için:

(haşa) “Allâh’ın sınırı ve nihayeti olduğunu”,
(haşa) “Herhangi bir şeyi kendisinde yokken varlığa gelen bir görmeyle gördüğünü”,
(haşa) “İşittikleri şeyleri kendisinde yokken varlığa gelen bir idrakle işittiğini” ve (haşa) “Kendisinde idrakın yokken varlığa gelişi olmasaydı herhangi bir sesi idrak etmiş ve görülecek herhangi bir şeyi görmüş olmazdı”
Onlar, kendileri için Allâh Teâlâ’nın Zatına hâdis olan (yokken varlığa gelen) şeylerin dahil olacağını mümkün bulmaları sebebiyle fesatlık çıkarmışlardır.” Burada sözü sona ermiştir.

İmam Ebu Mansur el-Bağdâdî “El-esmâu ve’s-sıfât” [2] isimli kitabında ise şöyle demiştir: “El-Eşari ve mutekellimun’un (kelam alimlerinin) en çoğu bidati küfür olan veya küfre yol açan her bidatçinin (kötü bidat sahibinin) tekfir edileceğini söylemişlerdir, (örnekler) mabudunun bir sureti olduğunu veya sınırı ve nihayeti olduğunu veya O’nun için hareketin ve durgunluğun mümkün olduğunu iddia edenler gibi.” Burada sözü sona ermiştir.

İmam Gazali, "El-iktisadu fi'l-itikad" isimli kitabında imam Ebu Mansur el-Bağdâdî'nin sözüyle uyuşmayan bir söz söyleyerek mutezile ve müşebbihe gibi ve diğer sapık fırkaların tekfir edilmemesinin uygun olduğunu ifade etmiştir.

Doğrusu şu ki imam Gazali bu hususta hata etmiştir. Dolayısıyla "El-iktisadu fi'l-itikad" isimli kitabında bu hususla ilgili söylediği sözlere güvenilmemelidir.

Burada hicri 429 yılında vefat etmiş, eşari olan büyük bir imamdan bahsediliyor. İmam Gazali ise sonra gelmiştir ve kendisi de eşaridir.

Ayrıca imam Gazali "El-Munkızu mine'd-dalal" isimli kitabında, önceden düştüğü ve sonradan döndüğü hataları olduğunu bildirmiştir.

[1] Usulu’d-dîn, Daru’l-kutubu’l-ilmiyye baskısı, Beyrut, s. 361
Osmanlı döneminin son Şeyhu’l-İslâmı olan Mustafa Sabri Efendinin vekilliğini yapmış olan Muhammed Zahid el-Kevserî de bu sözü benimseyerek “Makalat El-Kevserî” isimli kitabının Darus-selâm baskısı, Mısır, 260-261 sayfalarında imam Ebu Mansur el-Bağdâdî’den nakilde bulunmuştur.
[2] El-Kevserî, “Makalat El-Kevserî”, s. 261

Tefsir kitabı olarak tanıtılan "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabı Abdullâh ibnu Abbâs'a ait değildir


Bazı insanlar "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" kitabının Abdullâh ibnu Abbâs'a ait olduğunu zannederler, bazıları da ait olup olmadığından şüphe ederler. Oysaki bu kitabın ona ait olmadığı ortadadır.


Bu kitapta silsile-i kezib (yalan içerikli rivayet zinciri) vardır. Silsile-i kezib; es-Suddî'nin el-Kelibî'den, el-Kelibî'nin de Ebu Sâlih'ten rivayet edişidir. Dolayısıyla Allâh'ın arşa istivasını haşa arşa kurulmakla tefsir etmiş diye Abdullâh ibnu Abbâs'a isnad edilen rivayet bir yalandır. İmam Beyhakî "El-Esmâu ve's-sıfât" isimli kitabının 413. sayfasında, bahiskonusu olan rivayetin münker (karşı çıkılacak kötü) bir rivayet olduğunu söyler.

Dolayısıyla "Tenviru'l-mikbâs min tefsiri ibni Abbâs" isimli kitaba karşı uyarmak farzdır, çünkü bu kitabın İbni Abbâs'a ait olduğu, onun hakkında bir yalandır.

Kaynak:
Şam diyarının muhaddisi allame Abdullâh el-Harari Hocaefendiye ait "Makalâtu's-sunniyyetu fi keşfi dalalat Ahmed ibni Teymiye" (Ahmed ibni Teymiyenin dalaletlerini keşfetme hususunda sünni makaleler) kitabı, Daru'l-Meşârî', 5.baskı, s. 180

İzzeddin ibn Abdusselam’a ait olup türkçeye “İslâmî Hükümlerin Esas ve Hikmetleri“ adı altında çevirilen kitapta sokuşturma vardır


İzzeddin ibn Abdusselam’a ait olan “Kavâidu’l-ahkâm fî mesâlihi’l-enâm“ isimli kitap, İz Yayıncılık tarafından “İslâmî Hükümlerin Esas ve Hikmetleri“ adı altında yayımlanmıştır. Bu kitaba arapça olan nüsha itibariyle sokuşturma yapılarak ve bu sokuşturma türkçeye de çevirilerek Dine aykırı olan şöyle bir ifade geçiyor: Avamdan olan bir cahil, Allâh’ın üst yönde olduğuna inanırsa bu durumda özürlü sayılır çünkü bir varlığın yönsüz olarak var olduğunu bilmek zor bir şeydir.“ Bu söz kesinlikle doğru değildir.


İzzeddin ibn Abdusselam’ın böyle bir şeyi demiş olduğunu zannetmiyoruz. Çünkü dört mezhep imamı Allâh’ın bir yönde olduğunu söyleyen kimsenin küfre girdiğini söylerler. İzzeddin ibn Abdusselam gibi bir alim bu bilgiden haberdardır, dolayısıyla öyle bir söz söylememiştir.

Dikkat edilmesi gereken kitap şudur:

Vehhabi zihniyetli yazarlar ile vehhabi kaynaklı kitapları tanıyabilmek için gerekli bilgiler


Vehhabi zihniyetli yazarlar ile vehhabi kaynaklı kitapları tanıyabilmek için, bu kitapların nerelerde basıldıklarına dair örnekler vermek isterim. Böylece müslüman bir kimse, inancının bozulmaması için hangi kitabı okumaması gerektiğini anlar ve ona göre önlem alır:


Aşağıdaki bilgiler, kendi sitelerine ve bildirilerine dayanmaktadır.


Çeşitli ülkelerde olmak üzere vehhabilere ait kitap büroları ve yayınevleri:

Batı Diyre Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
İslam'a Yeni Girenler Komitesi/ Medine-i Münevvere - S.Arabistan
Suley Semti İslami Davet Bürosu /Riyad - S.Arabistan
Şifa Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
Rabva Semti İslâmî Dâvet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
Ravda Semti İslami Davet Bürosu/ Riyad - S.Arabistan
el-Kasim Yayınevi/ Riyad - S.Arabistan
el-Cureysi Kurumu/ Riyad - S.Arabistan
Cubeyl İslami Davet Bürosu/ Cubeyl - S.Arabistan
İslami İşler, Vakıflar, Davet ve İrşad Bakanlığı/ Riyad - S.Arabistan
Kassim Bölgesi İslami davet Bürosu/ Kassim - S.Arabistan
Guraba Yayınevi/ İstanbul - Türkiye
Kitap ve Sünneti İhya Yayınları/ Ankara - Türkiye
Uluslararası İslami Öğrenci Organizasyonları Birliği/ Kuveyt

Vehhabi yazarlar: ·Abdulazim el-Ciddavi ( Türkçe )
·Abdulaziz b. Abdullah Al-Şeyh ( Türkçe )
·Abdulaziz b. Abdullah b. Baz ( Türkçe )
·Abdulkadir Değirmenci ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdulaziz el-İydan ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri ( Türkçe )
·Abdullah b. Abdurrahman el-Cibrin ( Türkçe )
·Abdullah et-Tayyar ( Türkçe )
·Abdulmelik el-Kasim ( Türkçe )
·Abdulmelik el-Maliki ( Türkçe )
·Abdurrahman b. Hammad el-Umer ( Türkçe )
· Abdurrahman b. Nasır es-Sa'di ( Türkçe )
·Ahmed b. Sa'd el-Hamdan ( Türkçe )
·Ahmed b. Salim Baduvaylan ( Türkçe )
·Ahmed en-Nabulsi ( Türkçe )
·Ömer Ünal ( Türkçe )
·Bekr b. Abdullah Zeyd ( Türkçe )
·Cemaleddin el-Amra ( Türkçe )
·Cemaleddin Kutlu ( Türkçe )
·Ebubekir el-Cezairi ( Türkçe )
·Fadl İlahi Zahir ( Türkçe )
·Fikri Göncü ( Türkçe )
·Gazi Dağıstani ( Türkçe )
·Guraba Yayınevi ( Türkçe )
·Hafız el-Hakemi ( Türkçe )
·Halid b. Abdullah b. Nasır ( Türkçe )
·Halid el-Cureysi ( Türkçe )
·Hamed el-Ammar ( Türkçe )
·Harun Yıldırım ( Türkçe )
·Hüseyin Alıcı ( Türkçe )
·Hüseyin Aydın ( Türkçe )
·Kitap ve Sünneti İhya Yayınevi ( Türkçe )
·M.Beşir Eryarsoy ( Türkçe )
·Medine-i Münevvere İslam Üniversitesi İlmi Araştırmalar Enstitüsü ( Türkçe )
·Muhammed Ali eş-Şevkani ( Türkçe )
·Muhammed Ali Kara ( Türkçe )
·Muhammed Ali Kari ( Türkçe )
· Muhammed b. Abdullah es-Selman ( Türkçe )
· Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyyis ( Türkçe )
· Muhammed b. Salih el-Muneccid ( Türkçe )
· Muhammed b. Süleyman et-Temimi ( Türkçe )
· Muhammed b. İbrahim Şakra ( Türkçe )
· Muhammed b.Salih el-Useymin ( Türkçe )
· Muhammed Cemil Zeyno ( Türkçe )
· Muhammed Ebu Said el-Yarbuzi ( Türkçe )
· Muhammed es-Suhaym ( Türkçe )
· Muhammed eş-Şehavi ( Türkçe )
· Muhammed Ferzande ( Türkçe )
· Muhammed Halil el-Herrras ( Türkçe )
·Muhammed Nasıruddin el-Elbani ( Türkçe )

Vehhabilerin tekfirciliği ve dalaletleri ile ilgili açıklamalar


İbn Baz, Buhari şerhi üzerine yaptığı talikinde (2. cüz, Daru’l-Marife baskısı, Beyrut s. 95) Sahabi olan Bilal ibnu el-Haris el-Muzeniyi tekfir etmiştir. Bununla da kalmayıp Bilal ibnu el-Harisin Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret etmesini ve hz. Ömerin Zamanında yaşanan kıtlık zamanında Peygamber Efendimizle tevessül etmesini şirk saymıştır. Bu tavra sahip olan tek o değildir. Büyük önderleri mücessim olan ibni teymiye de meşhur olan sahabi Abdullâh ibnu Ömeri tekfir etmiştir. Oysaki Peygamber Efendimiz Abdullâh ibnu Ömere salih olmakla şahitlik etmiştir. Ayırca ilim, anlayış ve vera ile tanınan birisiydi. İbni teymiyenin bu ifadesi ise “Iktidâ essiratu’l Mustekim” isimli kitabında ( Daru’l-Marife baskısı, Beyrut s. 390) İbni Ömerin Peygamber Efendimizin namaz kıldığı yerleri araştırdığını naklettikten sonra geçmektedir. İbni teymiye bunu zikretikten sonra aynen şu ifadeyi kullanır: “Bu ise Allâh’a şirk koşmaya vesiledir.”


İşte İbni teymiyeyi kendine örnek alarak Bilal ibnu el-Haris el-Muzeniyi tekfir edenden ve onun yolunu izleyenlerden artık ne beklenir. İşte böyleleri kendileri hariç ümmeti kapsayacak şekilde umum-i tekfircilik hastalağına sahip olanlardır.

Vehhabilerin kendileri ve yollarını benimseyenler hariç herkesi tekfir ettiklerine dair verilebilecek örneklerden biri şu ki Abdurrahman ibnu Hasen ibnu Muhammed bin AbdulVehhab’ın bizzat kaleme aldığı “Fethu’l-Mecid şerh Kitabettevhîd“(Bu kitaba AbdulAziz ibn Baz taliklerde bulunmuştur Darun-nedve el-cedide s. 190) isimli kitabında korkunç açıklamalarda bulunarak Şam diyarlarında, yemende, Arap yarım adasında, Hizacda, Irakta ve Mısırda bulunan Ehl-i Sünneti tekfir ediyor ve Şam ehlinin İbni Arabiye taptıklarını, Mısır ehlinin Bedeviye taptıklarnı, Irak ehlinin Ceylaniye taptıklarını, Hicaz ehlinin tağutlara, taşlara, ağaçlara ve kabirlere taptıkalarını iddia ediyor.

Müslümanlardan oluşan bu yerler ve ülkelerin insanları onlara göre kafir ise Müslümanlar nerede kaldılar?


İbn Salih Useymin, ki tipik vehhabilerdendir kendisi, imam Neveviyi ve İbni Hacer el-Askalanî’yi (rahimehumellâh) dalaletle itham etmeye cüret ederek “Likau’l babil meftuh” isimli kitabının (Daru’l-vatan baskısı, Riyad) 42. sayfasında şöyle demiştir: “Onların ikisi Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatten değillerdir”

Vehhâbilerin vahşeti ve tekfirciliği ile ilgili Türkiye çapında bazı Profesorlar ile Doçentlerin açıklamaları

Vehhâbilerin vahşeti ve tekfirciliği ile ilgili açıklamalar yapanlar sadece arap olan alimler ve yazarlar olmakla kalmıyor. Türkiye çapında da yazar olan bazı Profesorlar ile Doçentler açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunlardan bazıları şunlardır.


Prof. Dr. Z. Kurşun şöyle demiştir [1]:

“İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar"demektedir.”

Doç. Dr. M. A. Büyükkara'nın kitabında şu bilgiler yer almaktadır [2]:

“Kendilerinden olmayan veya kendileri gibi olmayan insanlar, Vehhabî ulema ve İhvan açısından kafir veya en azından kınanmayı haketmiş mücrim ve fasık kişilerdir.” (s.66)

“Önlerine çıkan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, kim olursa olsun genellikle sağ kurtulamazdı. Esir alma adetleri yoktu.” (s.78)

Prof. Dr. Erman Artun da şu bilgilere yer vermiştir [3]:

“Vehhabîler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kur'an ve Hadisler dışındaki kaynakları bid'at kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerinin ve ashabın mezarlarını yıktılar. ... Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”

[1] Doç. Dr. Zekeriya Kurşun, Tarih ve Medeniyet, Sayı 30.
[2] Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan'dan Cüheyman'a Suudi Arabistan ve Vehhabîlik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004.
[3] Prof. Dr. Erman Artun, 19. Yüzyıl Osmanlı Dönemi Ortadoğu’nun Sosyal Tarihine Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin Vehhabî Destanı. (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.)

Mevlid-i Şerîf’in kutlanmasının caiz olduğuna dair bazı deliller

Sevgili Peygamber Efendimiz Aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

مَنْ سَنَّ فِي الإِسْلاَمِ سُنّةً حَسَنَةً فَلَهُ أَجْرُهَا وَأَجْرَ مَنْ عَمِلَ بِهَا بَعْدَهُ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ، وَمَنْ سَنَّ فِي الإِسْلاَمِ سُنَّةً سَيِّئَةً كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهَا وَوِزْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِن بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزَارِهِمْ شَيْءٌ" رَوَاهُ مُسْلِم

Hadis-i şerifin meali: “Kim İslâm’da güzel bir yol açarsa o, onun ecrini (sevabını) ve kendisinden sonra onu yapanların (yaptıkları o amelin benzer) ecrini, onların ecirlerinden bir şey eksilmeksizin kazanır. Ve kim İslâm'da kötü bir yol açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onu yapanların (yaptıkları o amelin) günahı, onların günahlarından bir şey eksilmeksizin onun aleyine olur.
Bunu Muslim rivayet etmiştir.


Yerzünün doğusu ile batısındaki alimler ve sadık olan sufiler Mevlid-i Şerîf’in kutlanmasının caiz olduğuna katılmışlardır. Bu alimlerden bazıları; Hadis hafızı Ahmed ibni Hacer el-Askalânî, onun öğrencisi hadisi hafızı es-Sehavî ve hadis hafızı es-Suyutîdir. Es-Suyutînin, “Husnu’l-meksidi fî ameli’l-mevlid”(Mevlid yapılmasındaki güzel amaç) diye isimlendirdiği bir risalesi de vardır.

Yüce Allâh’ın küfür üzere ölen kimseleri af etmeyeceğine dair


Yüce Allâh’ın, küfür üzere ölen kimseleri af etmeyeceği ve rahmet etmeyeceği Kur’an ve Nebevi nassı ile sabittir. Bunun aksini iddia eden Allâh’ın Dini yalanlamış olur. Hanefi alimlerin ileriye gelmişlerinden olan imam Nesefi: “Nassları (Kur’an ayetlerini veya sabit olan Hadisler’deki hükümleri) red etmek küfürdür” demiştir.

{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ}
Muhammed suresi/30.ayet

Bu ayette net bir şekilde Allâh’ın, küfür üzere ölen kimseleri af etmeyeceği bildirimektedir.

{وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ}
El-E’râf suresi/156. ayet

Bu ayette Allâh’ın rahmeti her şeyi kapsamıştır yönünde geçen anlam, henüz ölmeyip de yaşamakta olan kafirin dünyadaki halini de kapsamaktadır. Yani dünya hayatını yaşayan mümine de kafire de Allâh rahmet eder. Bu şu anlama gelir Allâh onlara da sıhhat verir, bol rızık verir ve saire. Ayetin devamında ise rahmetin ahirette şirkten sakınlanlara yani müminlere has olduğu bildirilmektedir. Yani küfür üzere ölen kimselere ahirette rahmet yoktur.

{وَلاَ يَرْضَى لِعِبَادِه ِالْكُفْرَ }
Ez-Zumer suresi/7. ayet

Bu ayette net bir şekilde Allâh’ın, kulları için küfre razı olmadığı bildirilmektedir.

Dolayısıyla işlenen küfürlere kesinlikle razı olunamaz, saygı da duyulamaz. İslâm alimleri bir kaide olarak demişlerdir ki: “Küfre rıza göstermek küfürdür”

Allâh’ın küfre razı olmaması, İslâm Dininin diğer dinlere saygılı olmadığına delalet eder. Bunun aksini iddia ederek İslâm Dininin diğer dinlere saygılı olduğunu söyleyen bir kimse İslâm Dinini yalanlamış olur.

Bazı insanlar bu bozuk anlayışları için bir de alakasız olan bir hadis-i şerifi delil göstermeye çalışırlar. Bu durum ise onların hadis-i şerifi yanlış anlamalarından kaynaklanmaktadır. Böylece de böylelerinin Dini bilgilerde güvenilir olmadıkları ve Dini bilgilerde, hadisler hususunda yetersiz oldukları ortaya çıkmış olur.

Sözkonusu olan insanların yanlış anladıkları nokta şu ki Peygamber Efendimiz Aleyhisselam güya yahudi olan bir insanın cenazesi götürülürken ona saygı duyarak ayağa kalkmış. Oysaki bu söz, doğru anlayıştan yoksun olan yanlış bir yorumdan başka bir şey değildir.

Bir yahudinin cenazesi (ölüsü) götürülürken Peygamber Efendimizin Aleyhisselam ayağa kalkması ve bunun üzerine kendisine bir şeylerin söylenmesi ve Peygamber Efendimizin Aleyhisselam mealen: “O bir can değil midir?!” diye cevap vermesi yönünde Buharide geçen sahih hadisteki bu bilgiler, Peygamber Efendimizin Aleyhisselam, o insanı yüceltmek için ayağa kalktı anlamına gelmez. Bu olay, Peygamber Efendimizin Aleyhisselam ölüm durumunun korkulu olduğunu belirtmesi ve o cenaze ile birlikte olan melekleri yüceltmesi anlamına gelir. Buna İbni Hibbân’ın, Peygamber Efendimizin Aleyhisselam mealen: “Ancak onunla (küfür üzere olan kimsenin cenazesiyle) birlikte olan için (melek için) kalkarsınız” buyurduğuna dair rivayet ettiği hadis-i şerif işaret etmektedir.

İbni Hibbân’ın Abdullâh ibnu Ömer hadisinden rivayet ettiği nass ise şöyledir: “Adamın birisi Allâh’ın resûlüne: “Yâ Resûlellâh, yanımızdan kafirin cenazesi geçer, onun için ayağa kalkalım mı? diye sorarken, Peygamber Efendimiz Aleyhisselam mealen: “Evet onun için ayağa kalkın, sizler (aslında) onun için (kafir olan o insan için) ayağa kalkacak değilsiniz, siz ancak ruhları kabzedeni (alanı) yüceltmek için kalkarsınız.” buyurmuştur. Şu halde bu olay böyle yorumlanmalıdır, zamanın muhaddisi allame Abdullâh el-Hararî Hocaefendi (Allâh onun ömrünü uzun eylesin) “Buğyetuttalib li ma’rifeti ilmiddin el-vacib” kitabında bu önemli tespitlerde bulunarak açıkladığı gibi. [1]


[1] Buğyetuttalibi li ma’rifeti'l-ilmiddîniyyi'l-vacib, Dâru’l-Meşârî’, c.1, s. 353, 7. baskı

Önemli bir uyarı: Bütün müslümanların tüm günahları af olunsun diye dua edilemez

Şevberî “Tecrid haşiyetir-ramli el-kebir”inde(1) şu açıklamada bulunmuştur: “İbn Abdusselâm ‘Âmalî’ eserinde bir de Gazali erkek ve kadın mü’minlerin tüm günahları af olunsun ve cehenneme girmesinler şeklinde dua etmenin kesinlikle haram kılındığını kabul etmişlerdir. Çünkü Allâh’ın ve Allâh’ın Resulünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmesi, müminlerin içlerinde cehheneme girecek kimselerin bulunacağını kesin ifade ettiğini kabul ederiz…”

Bu duada (bütün müslümanların tüm günahlarının af olunmasını dilemekte) nassları red etme vardır. Nassları red etmek ise İmam Nesefinin meşhur olan akidesinde dediği gibi küfürdür. İmam Ebu Cefer et-Tahâvî ise şöyle demiştir:“ Azap görülmeyeceğinden emin olmak (Allâh’ın tüm günahkar müslümanları af edeceğine inanmak) ve ümit kesmek (Allâh’ın günahkar olan tüm müslümanlara azap vereceğine inanmak) milletten (İslâm milletinden) çıkarır”

Allâh’ın hiç bir günahkara azap vermeyeceğine inanmak, dalalete saplanmış olan mürcie fırkasının akidesidir (inancıdır) ki bu fırka küfre girmiş olan ehl-i ehvâ’dandır(2). Küfre girmelerinin sebebi ise şöyle demeleridir: “Müslüman olmakla birlikte hiç bir günah zarar vermez nasıl ki kafir olmakla birlikte hasene (iyilik) yarar vermiyorsa”

Bu yaptıkları kıyas bozuktur. Evet gayr-i müslim olan bir kimse ne kadar iyilik yapsa ahirette bundan yararlanamaz. Ancak gayr-i müslim olan kimse Hadis-i şerifte bildirildiği gibi yaptığı iyiliklerinin karşılığını bu dünyada alır. Ahirette ise nasslardan anlaşılacağı gibi gayr-i mü’min, Allâh’ın rahmetinden ve affından yoksundur. Dolayısyla böylesi için Allâh’tan af veya rahmet dilenemez. Küfür üzerinde ölen birisi için Allâh’tan af dileyen kimse sanki diyor ki“Yâ Allâh Kur’anda, kendisini af etmeyeceksin diye bildirdiğin kimseyi sen yine de af et” Bu tür sözlerden Allâh’a sığınırız.

Bu zikrettiklerimizden anlaşılır ki efendimiz Ebu Bekir’e (radıyallâhu anhu) atfedilen bir söz vardır ki kesinlikle aslı yoktur. Uydurulmuş olarak efendimiz Ebu Bekir’e (radıyallâhu anhu) atfedilir ki şöyle demiş: “Yâ Allâh benim vücudumu öyle büyük kıl kı ve beni cehennem girdir ki benden başkası giremesin”

Efendimiz Ebu Bekir (radıyallâhu anhu) bu sözü söyledi diye nakleden kimse şer’i nassları reddeden, Dine muhalefet eden bir sözü güzel bulmuş olur. Böylecede ilimdeki seviyesi belli olur, yani gerçek ilim adamı olmadığı belli olur.

Bu zamanımızda ilim adamı olarak ön plana geçirilen kimi insanlardan bu uydurulmuş sözü duymak, doğrusu hayret edilecek bir durumdur.

Efendimiz Ebu Bekir (radıyallâhu anhu) gelmiş geçmiş ve gelecek olan evliya insanların en üstünür yani Peygamberlerden (aleyhimussâlâtu vesselâm) sonra insanların en üstünüdür. Böyle olan bir zat, nasıl olurda Allâh’a karşı edepsizlik edip de Dine aykırı olan böyle bir sözü söyleyebilsin?! Evliya olan kullar Peygamberlerden (aleyhimussâlâtu vesselâm) sonra Allâh’a ve şeriatine karşı en edepli olan insanlardır.

O halde Dini yalanlayan tüm sözlerden Allâh’ın meczup olmayan evliya kullarını tenzih ederiz. Ancak Allâh sevgisinden dolayı kendinden geçip de ne dediğinin farkında olmayan mezcup bir Evliya, Dine aykırı bir söz söylediği zaman ona günah yazılmaz çünkü kendsinde değil. Yani onun hüküm açısından durumu, aklını kaybetmiş mecnun olan insanın durumu gibidir. Mecnun olan insan için sorumluluk yoktur ona günah yazılmaz. Buna rağmen kendinden geçmiş olan mezcup olan bir Evliyadan Dine aykırı bir söz duyulursa ona karşı çıkılmalıdır, sakit kalınmamalıdır.

Duada Müslümanlar için af dilemeye gelince, yani “Yâ Allâh erkek ve kadın olan mü’minleri af eyle” şeklinde dua etmek şu şekilde anlaşılmaldır: “Yâ Allâh mü’minlerden kimilerinin tüm günahlarını af et, kimilerinin de bazı günahlarını af et”

Şu halde “Yâ Allâh erkek ve kadın olan mü’minleri af eyle” şeklinde dua etmek bütün mü’minlerin tüm günahlarının af olunmasını dilemek anlamında değildir.

Bir hadis-i şerifte mealen şöyle geçmektedir: “Kim erkek ve kadın olan mü’minler için (Allâh’tan) af dilerse onların adedi kadar hasene kazanır.”


(1) Ravdut-tâlib şerhinin hamişi, c.1, s.256
(2) Ehl-i ehva yani Ehl-i Sünnetten sapmış olanlar, iki kısma ayrılırlar. Onlardan kimileri itikat ile ilgili olarak ortaya getirdikleri kötü bidat ile küfre girmeyip sadece günaha girmişlerdir. Kimileri de itikat ile ilgili olarak ortaya getirdikleri kötü bidat ile küfre girmişlerdir. Dolayısıyla murcie fırkası gibi küfrü gerektirecek kötü bidat sahibi olanlar tekfir edilirler, müslümanlardan sayılamazlar.

Allâh’a mekan tayin eden veya cisim olduğunu söyleyen kimse muteber alimlere göre müslüman değildir

Allâh’a mekan tayin eden veya cisim olduğunu söyleyen kimse
muteber alimlere göre müslüman değildir


Hadis hafızı ibni Hacer el-Askalânî “Edduraru’l kâmine fî e’yâni'l-mi'etissamine” isimli kitabının 4. cildinin 197. sayfasında İbni Muallim el-Kuraşî’nin hal tercümesini yaparak şöyle demiştir: Muhammed b. Muhammed b. Osman b. Ömer b. Abdu’l-Hâlik b. Hasan el-Kuraşî el-Mısrî Fahruddîn b. Muhyiddîn ibni Muallim el-Kuraşî olarak tanınmaktadır. O, h. 660 senesinde doğmuş, ibni Allâk, ibnu Ennahhâs ve daha başkalarından ilim almış ve anlatmıştır. Halilullâh’ın (İbrahîm aleyhisselâm’ın) beldesinde ve Ezriatta kadılığı üstlenmesi sağlanmıştır. Ayrıca kitapları ve manzumesi olan cömert birisiydi ve 725 senesinde cumade’l ahira ayında Dimeşkte ölmüştür.

Aşağadaki görüntüler İbni Muallim el-Kuraşî’nin “Necmu’l-muhtedî” kitabının ilk ve sonraki bahiskonusu olan sayfalarının görüntüleridir.









İbni Muallim el-Kuraşîye ait “Necmu’l-muhtedî”[1] kitabının 551. sayfasında (yukarıdaki görüntüde görüldüğü gibi) şöyle geçmektedir: “Kur’anın[2] mahluk (yaratık) olduğunu, Allâh’ın yoklukta olanları var oluşlarından önce bilmediğini söyleyenler ve Kader’e iman etmeyenler gibi ehl-i kıbleden olup (kendilerini müslümanlardan sayıp) da tekfir ettiklerimiz icma ile küfrüne hükmedilmiş kimselerdir. Aynı şekilde Allâh’ın arşın üzerinde oturduğuna inanan da küfre girmiş birisidir. Nitekim bunu Kadı Hüseyin imam Şafiînin sözü olarak bildirmiştir”



Ayrıca İbni Muallim el-Kuraşî’nin “Necmu’l-muhtedî” kitabının 588. sayfasında şöyle geçmektedir: “Alî radıyallâhu anhu şöyle demiştir: ‘Bir topluluk kıyametin yakınlaştığı bir devirde kafir olarak (doğru yoldan) döneceklerdir’ Bunun üzerine bir adam: ‘Onların küfre girmeleri hangi şekilde olacaktır, kötü olan bidatı ortaya getirerek mi yoksa inkar etmekle mi?’ diye sorunca, Efendimiz Alî radıyallahu anhu: ‘İnkar etmekle, onlar Yaratıcılarını inkar ederek O’nu cisim ve uzuvlarla vasıflandıracaklardır (nitelendireceklerdir)’diye cevap vermiştir.”

Kadı Hüseyin İmam Şafiînin ashabının en büyüklerinden birisiydi. İmam Abdu’l-Kerim er-Rafiî onun hakkında şöyle demiştir: “Ona ümmetin habri (âlimi) lakabını verirlerdi”

Ayrıca imam Ebu Hanîfe radıyallâhu şöyle demiştir: “Hiç kimse Allâh’ı bilmemekle özürlü kabul edilmez”.

İmam Ebu Hanîfeye göre İslâm çağrısını yani Allâh’tan başka bir İlâh’ın bulunmadığını ve Muhammed’in Allâh’ın Resulü olduğunu duymamış putperest bir insan dahi Allâh’ı bilmeyerek öldüğü takdirde özürlü kabul edilmiyorken kendini müslüman sanarak Allâh’ın bir mekanda olduğuna inanan bir kimse nasıl olur da özürlü olarak kabul edilir!?. Oysa ki böyle inanan bir kimse de Allâh’ı bilememiştir.

Bütün bu bilgilerden sonra mücessimeyi (Allâh’ın cisim olduğuna inananları) tekfir etmeyenlerden yana olarak şafiî olarak tanınan ve daha başkalarından olan bazılarının sözlerine aldırılamaz. Dolayısıyla mücessimenin küfre girdiklerinin tespiti için şu ayet delildir:
{لَيْسَ كَمِثْلٍهِ شَئٌ}
Manası: “Hiç bir şey O’na (Allâh’a) benzemez”

Ayrıca kendini şafiî olarak sayan birisi, icmaî (müçtehid olan alimlerin sözbirliği ile kararlaştırılmış) olan bir meselede, nasıl olur da Allâh’ı cisim olarak vasıflandıran kimseyi tekfir eden imamına (imam Şafiî'ye) muhalefet eder !?.

[1] Bu el yazma kitap; Fransa’daki Paris şehrinin Milli Kütüphanesinde bulunmaktadır.
[2] Kur’an iki anlamda kullanılır, bir anlamı vahiy yoluyla indirilen lafızdır, diğer anlamı ise Allâh’ın Zatının kelamıdır ki bu harf ve ses ile değildir yaratık da değildir. İşte burada bu ikinci anlam kastedilmektedir.

Vehhabiler ibni teymiyeyi şeyhulislam adlandırdıkları halde ona karşı çelişki içindedirler

Bilindiği gibi, vehhabiler Peygamber Efendimize Aleyhisselam seslenerek "Yâ Muhammed" diyeni veya bir Evliyaya mesela "Yâ şeyh Ahmed er-Rifâî" diye seslenen kişiyi kafir saymaktadırlar. Bu ise haksız yeredir. Böyle diyenleri kafir saymaları hususunda gerekçeleri ise bu şekilde seslenen kişi, seslendiği zata tapmış oluyormuş.

Bu kadar kötü olan bir anlayış ve su-i zan dolu bir ithamdan Allâh'a sığınırız.

Oysaki müslümanlar Peygamber Efendimize Aleyhisselam seslenerek "Yâ Muhammed" dedikleri zaman bu şu manaya gelir: "Yâ Muhammed Allâh'a dua etmenle bize yetiş"

Müçtehit olan İbni Cerir et-Taberi, "Tarih" kitabında sahabilerden olan Bilal ibnu Hâris el-Muzenînin hadisesini anlatır.

Hadis özetle şundan ibarettir: Bilal ibnu Hâris el-Muzenî Hz. Ömerin
(radıyallâhu anhu) zamanında meydana gelen kuraklık nedeniyle Peygamber Efendimizin Aleyhisselam kabrine gider ve ona "Yâ Rasulellâh" diye hitap ederek şöyle der: "Ümmetin için yağmur dile, onlar mahvoldular"

O gece Bilal ibnu Hâris el-Muzenî Peygamber Efendimizi Aleyhisselam rüyasında görür ve Peygamber Efendimiz Aleyhisselam ona mealen der ki: "Ömere benden selam söyle ve ona bildir ki onlara yağmur inecektir ve ona deki: 'Elden gelen gayreti göster'"

Bilal ibnu Hâris el-Muzenî bu rüyayı Hz. Ömere
(radıyallâhu anhu) bildirdiğinde, kendisi bundan çok etkilenir ve "Yâ Rab aciz oluğum şeyler hariç elden gelen gayreti göstereceğim" der.

Fakat Bilal ibnu Hâris el-Muzenîyi, bu uyguladığı tavırla ilgili olarak hiç bir şekilde azarlamaz ve kınamaz. Caiz ve faydalı olan bir şey yaptıktan sonra ona neden karşı çıksın ki.

Ayrıca sahabilerin katıldığı bir savaşta müslümanların şıarı "Ya Muhammedâh" idi. Yani gönülden, içten hasret duyulana seslenecek şekilde "Yâ Muhammed" anlamında gelen söz idi.


Neticede vehhabiler "Yâ Muhammed" diyeni tekfir etmekle "Yâ Rasulellâh" diyen sahabi Bilal ibnu Hâris el-Muzenîyi de tekfir etmiş (kafir saymış) olurlar.

Oysaki
Bilal ibnu Hâris el-Muzenî, Peygamber Efendimizi rüyasında görmüş bir zattır. Peygamber Efendimizi Aleyhisselam rüyasında gören kimse hakkına ise ilim adamları der ki, böyle birisi muhakkak ki iman üzerinde ölecektir, böyle bir kişi için bu müjde vardır.

Allâh'ın verdiği nimetleri anlatma bakımından derim ki Allâh'a hamd olsun ki bizim tarafımızdan öğtetilen Ehl-i Sünnet itikadını öğrenen birçok kişiye Peygamber Efendimizi Aleyhisselam rüyada görmek nasip oluyor. Bu ise öğrenilen bilgilerin doğruluğuna ve sağlamlığına işaret eder. Hatta kimileri öğrenmeye başladığı ilk aylarda bile görebiliyor.

Vehhabilerin ibni teymiyeye karşı içinde oldukları çelişkiye gelince, malum olduğu gibi vehhabiler Peygamber Efendimize Aleyhisselam seslenerek "Yâ Muhammed" diyeni kafir sayarlar.

Bir de bakalım ki vehhabilerin şeyhulislam olarak kabul ettikleri ve çok kabarttıkları ibni teymiye bu olay için "El-Kelimu't-tayyib" (Güzel kelime) isimli kitabında ne diyor.

İbni teymiye, Abdullâh ibnu Ömerin başından geçen bir olayı anlatarak der ki: "Abdullâh ibnu Ömer, ayağında meydana gelen hadere (felçe benzer bir rahatsızlığa) yakalandığında ona denildi ki: 'Senin için insanlardan en sevimli olanın ismini an' İbni Ömer de bunun üzerine "Yâ Muhammed" dedi. Böylece de sanki düğümlenmiş bir düğüm çözülmüş gibi birden iyileşti"

Dikkat çeken nokta şu ki ibni teymiye bu olayı kötü bulmamıştır, bilakis güzel bulmuştur. Çünkü bu olayı güzel bulduğu, kitabın adından anlaşılır. Adı üstündedir "El-Kelimu't-tayyib" (Güzel kelime).

Malumdur ki küfrü güzel bulmak küfürdür. Bahsi geçen bu olayda vehhabilere göre küfür olan bir durum vardır (Ehl-i Sünnete göre değil) o da Peygamber Efendimize Aleyhisselam vefatından sonra seslenerek "Yâ Muhammed" demektir.

Bu verdikleri hükme göre, küfür olarak kabul etmiş oldukları bir eylemi (yani kendi inançlarına göre Peygamber Efendimize Aleyhisselam vefatından sonra seslenerek "Yâ Muhammed" demeyi), ibni teymiye güzel bulmuştur. İşte vehhabiler aslında böylece hükmen ibni teymiyeyi kafir olarak saydıkları halde ona yine de şeyhulislam demekten geride kalmazlar, onu müslümanların en büyük alimlerinden birisi olarak sayarlar, hatta onun sözlerine toz kondurtmayıp her türlü savunmada bulunarak sözlerini kendileri için, Kur'an gibi delil kabul ederler.

Bu sizce de büyük bir çelişki değil midir?

Allâh bunlara aklı güzelce kullanmayı nasip eylesin. Deliller aleylerinde oldukları halde izledikleri yola devam etmeye ısrar ediyorlar.

İbni teymiyenin Allâh'a hareketi isnat etmesi ve alimlerin buna karşı cevapları

Bu yazdıklarımı sakince okumanızı ve bir karşılaştırma yapmanızı tavsiye ederim.

قال ابن تيمية في كتابه المسمى: "موافقة صريح المعقول لصحيح المنقول" [2/26] ما نصه: ... لأن الحي القيوم يفعل ما يشاء و يتحرك إذا شاء و يهبط ويرتفع إذا شاء ويقوم ويجلس إذا شاء لأن أمارة ما بين الحي والميت التحرك

İbni Teymiye, “Muvafakatu sarihi’l-ma’kul li sahihi’l-menkul” diye adlandırılan kitabının 2. cildinin 26. sayfasında şöyle demiştir:
“...Çünkü El-Hayy ve El-Kayyûm (yani Allâh), dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse (yükseklikten aşağıya doğru) iner ve (aşağıdan yukarıya doğru) yükselir ve dilerse kalkar ve oturur. Çünkü diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir.”

İbni teymiyenin, bu sözlerini nereden aldığı incelenecek olursa karşımıza dikkat çekici şu gerçekler ortaya çıkıyor. İbni teymiyen bu sözlerini, kendinden önce gelen ve zamanında mücessime fırkasının sancağını taşıyan Darimiden almıştır. Bunun kanıtı ise bizzat Darimiye ait olan sözlerdir. Buna dair bazı misaller:

فقد قال[1] في (كتاب النقض) ص 20: "الحي القيوم يفعل ما يشاء، ويتحرك إذا شاء، وينزل ويرتفع إذا شاء، … ويقوم ويجلس إذا شاء، لأن أمارة ما بين الحي والميت التحرك، كل حي متحرك لا محالة وكل ميت غيرمتحرك لامحالة" نقله عنه الكوثري في مقالاته

Darimi “Kitabu’n-nakd” isimli kitabının 20. sayfasında şöyle demiştir: “El-Hayy ve El-Kayyûm (yani Allâh), dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse (yükseklikten aşağıya doğru) iner ve (aşağıdan yukarıya doğru) yükselir … ve dilerse kalkar ve oturur. Çünkü diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir. Her diri kesinlikle hareketlidir ve her ölü kesinlikle hareketli değildir.“
Bunu el-Kevseri mücessim olan dariminin, halinin ne kadar kötü olduğunu bildirmek için ”Makâlâtu’l-Kevseri“ isimli kitabında ondan nakletmiştir.

وفي كتاب رد الدارمي على بشر المريسي ص/ 54 يقول المؤلف: " معنى ( لا يزول ) لا يفنى و لا يبيد ، لا أنه لا يتحرك و لا يزول من مكان إلى مكان"

Darimi “Raddu’d-dârimî alâ bişr el-Merîsî“ (dariminin bişr el-Merîsîye karşı reddiyesi) isimli kitabının 54. sayfasında Allâh hakkında şöyle demiştir: “ O (Allâh) fani olmaz ve yok olmaz sözü, O (Allâh) hareket etmiyor ve bir mekandan bir başka mekana geçmiyor anlamına gelmiyor demek değildir.“

Yani bu mücessim açıkca Allâh’ın hareket ettiğini ve bir mekandan bir başka mekana geçtiğini kabul ediyor.

و يقول في ص/ 54:" فإن أمارة ما بين الحي و الميت التحرك و ما لا يتحرك فهو ميت لا يوصف بحياة كما وصف الله الأصنام الميتة"

Yine aynı kitabının 54. sayfasında darimi şöyle demiştir:
“Muhakkak ki diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir, hareket etmeyen şey ise ölüdür, Allâh’ın ölü putları vasıflandırdığı gibi böylesi (hareket etmeyen varlık) bir hayatla vasıflanmaz.”

و يقول الدارمي في ص/ 55:" فالله الحي القيوم الباسط يتحرك إذا شاء"

Yine darimi aynı kitabının 55. sayfasında şöyle demiştir: “El-Hayy, El-Kayyum ve El-Basit olan Allâh dilerse hareket eder.“

و يقول الدارمي في ص/ 55: "إن الله إذا نـزل أو تحرك"

Yine aynı kitabının 55. sayfasında darimi şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allâh indiğinde veya hareket ettiğinde…“[2] (Nüzûl hadisi ile ilgili olan önemli dipnota bakınız)

İbni teymiyenin bu konudaki sözlerini de hemen buraya aktaralım ki karşılaştırmayı kendiniz yapasınız:

İbni teymiye, “Muvafakatu sarihi’l-ma’kul li sahihi’l-menkul” diye adlandırılan kitabının 2. cildinin 26. sayfasında şöyle demiştir:

“...Çünkü Hayy ve Kayyum (yani Allâh), dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse (yükseklikten aşağıya doğru) iner ve (aşağıdan yukarıya doğru) yükselir ve dilerse kalkar ve oturur. Çünkü diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir.”

Böylece ibni teymiyenin kimlerin yolunu izlediği, güneş ışınlarının açıkca görüldüğü gibi nettir, ortadadır. Bütün bunlara rağmen ibni teymiyeyi savunmak adına hayır o müseccim değildir diyen kişi yalan söylüyor ve aklına karşı çıkmış oluyor yani aklını ihlal ediyor.

Sözkonusu dariminin kim olduğunu hatırlatmak için veya onu bilmeyenlere tanıtmak için bakalım ki Muhammed Zahit el-Kevseri meşhur “Makâlat” kitabında ne diyor.

El-Kevseri, “Makâlâtu’l-Kevseri” [3] isimli eserinde, mücessim olan darimi ile Hadis ehlinden olan Darimî’nin karıştırılmaması için şöyle demektedir: “Bu darimi (mücessim olan darimi), hicri 282 senesinde vefat eden Osman ibnu Saîd es-Siczî’dir. “Sunen” sahibi imam Darimîye gelince o, hicri 255 senesinde vefat eden Abdullâh ibnu Abdurrahmân’dır, ki o Muslim’in hocalarındandır.”

Ayrıca el-Kevseri aynı eserinde [4] tecsim inancına kail olmak (Allâh’ın cisim olduğunu söylemek) hakkında bu durumun, Usuluddîn imamlarına (Dinin temel inançları ile ilgili hususlarda ihtisas sahibi olan alimlere) göre hafif bir şey olmadığına dikkat çekmektedir. Ayrıca imam Nevevinin “Şerhu’l-muhezzeb” kitabında mücessimeyi kesinlikle tekfir ettiğini, “Cami’u ahkâmi’l-Kur’an” kitabının sahibi olan el-Kurtubînin “Tizkâr” isimli eserinde “Doğrusu, onların (mücessime’nin) tekfir edildiklerini söylemektir, çünkü onlarla putlar ile suretlere (şekilli olarak hayal edilen şeylere) tapanlar arasında bir fark yoktur.” dediğini bildirmiştir.

Ayrıca el-Kevseri, imam Ebu Mansur AbdulKâhir el-Bağdâdî’nin de “El-Esmâu ves-Sifât” isimli eserinde şöyle dediğini nakleder:
“Muhakkak ki Eş’ari ve mutekellimûn’un (kelam alimlerinin) en çoğu, bidatı küfür olan veya bidatı küfre sürükleyen her bidatçının tekfir edildiğine kail olmuşlardır, mabudunun sureti (şekli) olduğunu, sınırı ve nihayeti olduğunu veya O’nun hakkında hareketin ve durgunluğun mümkün olduğunu iddia edenler gibi. Akıl sahibi hiç bir kimse için, Horasanın mücessime’sini, “Allâh, altından sınırı ve nihayeti olan bir cisimdir ve arşına temas etmiş haldedir” dedikleri için tekfir etmesi hususunda bir sorun yoktur.” El-Kevserinin sözü burada sona ermiştir.

Mücessimenin kafir olduklarına dair daha birçok deliller vardır. Biz bir kısmını belirtmekle yetinelim.

İmam Şafiî, mücessimeyi tekfir etmiştir. Bunu Suyutî, “El-Eşbâhu ve’n-Nezâir” isimli eserinde ondan nakletmiştir.

İmam Ahmed bin Hanbel şöyle demiştir: “Kim ki, ‘Allâh cisimdir diğer cisimler gibi değildir’ derse o kafirdir.” Bunu hanbeli alimlerden olan “El-Hisâl” kitabının sahibi ondan nakletmiştir.

Hanefi mezhepli olan Kemal ibnu’l Humâm “Fethu’l-Kadir” isimli eserinın “İmamların sıfatları” bölümünde şöyle demiştir: “Kim ki Allâh cisimdir diğer cisimler gibi değildir derse o kafirdir.”

Yani imam Ahmed’in aynı sözünü kendisini de söylemiştir.

El-Kurtubi “Tizkâr” isimli eserinde, “Mücessim putperesttir” demiştir.[5]

Bütün bu delillere rağmen ibni teymiyeyi hala savunmaya kalkan kimselere dua etmekten başka yapılacak yoktur. Hidayet Allâh’tandır.



[1] Bu sözü, Muhammed Zahit el-Kevseri ondan nakletmektedir. El-Kevseri gibi el yazma eserlerine vakif olan bir zatın bu özelliği, göz ardı edilmemelidir.
Makalâtu’l Kevserî, s. 217, Daru’s-selâm baskısı, Mısır.

[2]Nüzûl hadis-i ile ilgili bazı önemli mülahazalar (dikkate alınması gereken önemli hususlar):
Bazı hadis-i şeriflerde Allâh’a atfedilen nüzûl (inme) kelimesi zahiri manasına göre alınamaz yani o geçen nüzûlün bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez, çünkü Allâh cisim değildir, mekan ve yönden münezzehtir. Ayrıca bizzat Allâh’ın, zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Sözkonusu olan nüzûl hadisi, meleklerin inmeleri manasında veya Allâh’ın rahmetinin inmesi manasında anlaşılmalıdır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûl, haşa Allâh’ın bizzat zatıyla dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman haşa “Allâh’ın inmekten başka yapmadığı” inancı ortaya çıkar. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûlün gecenin son üçte bir bölümden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafından malumdur. Bu hadis-i ise dünyanın her bölgesi için geçerlidir. Yani inen o melekler her bölgeye, o belirli vakitlerde inmektedirler.
Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûldan meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki bir başka hadis-i şerifte: “Yunzilu Rebbuna ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.

Hadis hafızı el-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en hayırlı bir şekilde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: ”Ve hayru mâ fessertehû bi’l-varidi” Yani, “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).”
Şurası iyi bilnmesi gerekir ki Allâh’ın haşa bizzat yukarıdan aşağıya indiğine inanmak küfürdür. Dolayısıyla bu inanca sahip olan bir kimsenin küfür olan bir inanca saplandığının bilincinde olarak, kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a geri dönmesi lazım gelir.
[3] Muhammed Zahit el-Kevseri, Makalâtu’l Kevserî, s. 221, Daru’s-selâm baskısı, Mısır
[4] Muhammed Zahit el-Kevseri, Makalâtu’l Kevserî, s. 243, Daru’s-selâm baskısı, Mısır
[5] Bu sözü, Muhammed Zahit el-Kevseri ondan nakletmektedir. Makalâtu’l Kevserî, s. 222, Daru’s-selâm baskısı, Mısır

İmam Ebu Hanife'nin sözünün doğru açıklaması

İmam Ebu Hanife (radıyallâhu anhu) 'Fıkh'ul-ebsat' isimli eserinde şöyle demiştir (1): "Kim 'Rabbim gökte midir yoksa yerde midir bilmem' derse o küfre girmiştir.

Vehhabiler İmam Ebu Hanifenin sözünün manasını çarpıtarak bizzat Allâh'ın gökte olduğuna inandığını ve bu inancı kabul etmeyen kimseyi tekfir ettiğini iddia etmişlerdir.

Halbuki İmam Ebu Hanifenin, bu sözüyle Allâh'a mekan isnat etmenin küfür olduğunu demek istediği başka alimlerin açıklamalarından anlaşılır.

İzz ibn Abdusselâm (h. 660) "Hillu'r-rumuz" isimli eserinde bu doğrultuda mutabakat göstererek şöyle demiştir:"Çünkü bu söz ('Rabbim gökte midir yoksa yerde midir bilmem' sözü) Hakkın (Allâh'ın) bir mekanı olduğu izlenimini verir. Hakkın bir mekanı olduğunu kuruntu eden kimse ise müşebbih'tir (Allâh'ı yarattığı şeylere benzetendir)"

Molla Aliyyu'lkari el-hanefi bunu uygun bularak şöyle demiştir(2): "İbn Abusselâm'ın en celil ve en sika (güvenilir) olan alimlerden olduğu hususunda şüphe yoktur. Dolayısıyla onun nakline itimat etmek vaciptir.

Ayrıca İmam Ebu Hanifenin beş risalesini açıklamış olan allame Kemaleddîn el-Beyadî (h.1097) İmam Ebu Hanifenin şu sözünü açıklarken (3): “…Dolayısıyla o (İmam Ebu Hanife) şöyle demiştir: “Kim ’Rabbim gökte midir yoksa yerde midir bilmem’ derse kafirdir“ Çünkü bu kimse Barî’nin (Allâh’ın) bir yönde bulunma ve yer kaplama özelliği olduğuna kaildir. Bir yönde olma ve yer kaplama özelliği olan herkes zorunlu olarak muhtaçtır ve muhdestir (varlığa getirilmiştir). Dolayısıyla bu söz Hak Teâlâ hakkında noksanlık içermektedir…“

(1) Muhammed Zahit el-Kevseri tahkikiyle, Mecmuatu resail Ebî Hanife s.12
(2) Fıkh-ı ekber şerhi, s.197
(3) İşârâtu’l-merâm, s. 200

Müteşabihâtta (müteşabih olan ayet ve hadislerde) Allâh hakkında geçen çok anlamlı kelimelerin tercümesi hakkında dikkate değer bir fetva

Hadis hafızı, muhaddis, fakîh ve usulcü olan büyük alimlerden birisi müteşâbihâtta (müteşabih olan ayet ve hadislerde) Allâh hakkında geçen çok anlamlı kelimelerin tercüme edilmesi hakkında anlam olarak dikkate değer şu fetvayı vermiştir:

“Müteşâbih olan nasslarda Allâh hakkında geçen o kelimelerden (çok anlamlı olan o kelimelerden) hangisi bir başka dile tercüme edildiğinde, kullanılacak kelime (türkçe olsun veya başka bir dil olsun) arapçadaki gibi çok anlamlı ise ve o anlamlardan Allâh’a yakışanı da varsa o zaman o kelime, o dile (arapçadaki gibi birçok anlamları olan kelimenin bulunduğu dile) tercüme edilebilir. Ancak o kelimelerden hangisi bir başka dile tercüme edildiğinde, arapçadaki gibi çok anlamlı değilse yani tercüme edildiği taktirde Allâh’a yakışan bir mana içermiyorsa, sadece Allâh’a yakışmayan manaları içeriyorsa o zaman tercüme edilemez, caiz değildir.”

Geçmiş zamanın Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî kitabında vehhabiliği kötü yanlarıyla tanıtıyor

Vehhabililği kuran Muhammed bin AbdulVehhâb’ın nasıl birisi olduğunu bir de hemşehrisi olan hicri 1295 yılında vefat etmiş Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd en-Necdî el-Hanbelî’den öğrenelim ki o erkek ve kadın olmak üzere alim olan hanbelileri kitabında serd etmiştir ve dikkate değer önemli tespitlerde bulunmuştur. Böylece Muhammed bin Abdulvehhab’ı savunup da onun aleyhinde söylenen sözlerin iftira olduğunu iddia edenlerin yalan söyledikleri net bir şekilde belli olur.

İbni Humeyd en-Necdî “Essuhubu’l-Vabile alâ darâihi’l hanabile” isimli kitabının (Mektebu’l-İmam Ahmed yayınevinin 1989 tarihli baskısı itibariyle) 275-276. sayfalarında önemli bilgilere yer vererek Muhammed bin AbdulVehhâb’ın babası olan Abdulvehhab hakkında övücü ifadelerde bulunuyor. Fakat onun oğlu (Muhammed bin AbdulVehhâb) hakkında bilgi vermeye geçerken onunla babası arasında bir ayrılık olduğundan bahs ediyor ve Muhammed bin AbdulVehhâb’ın davetinin şerrinin dört bir yana yayıldığını ve bu davetinin, babasının ölümünden sonra ortaya çıktığına dikkat çekiyor.

Mekke-i Mükerreme müftüsü İbni Humeyd bu konuya değinerek şöyle diyor:

“Kendisiyle karşılaştığım bazıları bana haber verdi ki ilim ehlinden bazıları, şeyh AbdulVehhâb ile çağdaş olan kimselerden nakletmişlerdir ki şeyh AbdulVehhâb evladı olan Muhammede karşı, geçmişleri ve kaldığı yöndeki insanlar gibi ilim ile meşgul olmaya razı olmadığı için kızgın idi ve onun hakkında feraset yoluyla onda bir durumun meydana geleceğini söylerdi. Dolayısıyla insanlara derdi ki: ‘Sizin Muhammedden göreceğiniz öyle şer olacak ki!’ Allâh da olan şeylerin olacağını takdir etmiştir.

Aynı şekilde onun oğlu olan (AbdulVehhâb’ın oğlu) Süleyman da kardeşi olan şeyh Muhammede daveti hususunda karşı çıkıp ona karşı ayetler ve eserler ile iyi bir reddiyede bulunmuştur. Zira kendisine reddiyede bulununan Muhammed, bu iki kaynak dışında kalanları kabul etmezdi ve kim olursa olsun ne mütekaddim olan (geçmiş klasik olan alim) ne de müteahhir olan (sonraki gelen alim) hiç bir alimin sözüne de aldırmazdı şeyh Takiyyuddin ibni Teymiye ve öğrencisi ibni’l Kayyim el-Cevziyye müstesna. Dolayısıyla bu iksinin sözlerini tevili mümkün olmayan bir nassmışcasına kabul ederek bu ikisin sözleri anlaşılmayacak üzere olsa da onlarla insaların üzerine atılırdı.

Şeyh Süleyman kardeşine karşı olan reddiyesine “Faslu’l-hitâb fir-raddi alâ Muhammed ibni AbdulVehhâb” adını vermiştir. Allâh Süleymanı, onun -yani kardeşi olan Muhammed bin AbdulVehhâb’ın- şerrinden ve tuzağından selamette kılmıştır ortalığı korkutan o korkunç saldırılara rağmen. Öyle ki bir kimse Muhammede karşı tavır alıp reddiyede bulunsaydı ve Muhammedin de onu aşıkar olarak katletmeye gücü yetmeseydi ona suikast yapılması için geceleyin yatağında veya çarşıda öldürecek birilerini gönderirdi kendisine muhalefet edenleri tekfir etmesi ve onların katlini helal kılmasından dolayı.

Ayrıca denildi ki bir beldede bulunan bir deli vardı ve adetindendir ki kendisiyle yüzleşen kimseye silahla da olsa vurar (saldırır). Dolayısıyla Muhammed ona bir kılıcın verilmesini ve kardeşi şeyh Süleymanın yanına Camide yalnızken girmesinin sağlanmasını emretmiştir. Bunun üzerine delinin Camiye girmesi sağlanmıştır. Böylece şeyh Süleyman onu gördüğünde ondan korktu deli ise kılıcı elinden attı ve şöyle söyler oldu: ‘Ey Muhammed korkma sen emniyet altına alınanlardansın.’ Şüphe yoktur ki bu kerametlerdendir. Zikrolunan Süleymanın arkasında da erdemli, takva sahibi ve neciblerden olan zamanında son derece vera sahibi olan öyle ki hakkında asrın en vera sahibi olduğu söylenen AbdulAziz vardı...”


Bu konu hakkında oldukça önemli bilgilerin yer aldığı arapça olarak yazılmış kitabı kendi gözleriyle görüp okumak isteyenler, kitabı tam şekliyle şu linkten indirip yukardaki yazıda belirtilmiş sayfalara bakarak okuyabilirler:

http://www.muslems.net/vb/uploaded/1731_1222915027.rar

Allâh'ın kesinlikle kainatın içinde veya dışında olmaktan münezzeh olduğuna dair muteber alimlerden nakiller

Muhaddis, fakîh ve şâfiî olan imam Ebu Mansûr el-Bağdâdî[1] “Tefsiru’l Esmâi ve’s-Sifât” isimli kitabında[2] şöyle demiştir: “Dostlarımız O’nun (Allâh’ın) bir mekanda veya her mekanda olduğunu söylemenin imkansızlığına dair icma da etmişlerdir (sözbirliği içinde olmuşlardır). Ayrıca O’nun hiç bir yönden (her hangi bir şeye) temas etmesini ve karşı karşıya gelmesini mümkün olarak kabul etmemişlerdir. Ancak bu hususta ifadeleri (aynı manaya gelecek şekilde) farklılık arzetmiştir. Dolayısıyla Ebu’l Hasen el-Eşâri şöyle demiştir: ‘Muhakkak ki Allâh Azze ve Celle için bir mekanda olduğu söylenemez, kainattan ayrık olduğu da söylenemez, kainatın içinde olduğu da söylenemez. Çünkü Allâh’ın kainatın içinde olduğunu söylememiz (söyleyecek olursak bu söz), O’nun sınırlı (ölçülü) ve mütenâhi (başlayan ve sona eren bir ölçüsü) olmasını gerektirir. Allâh’ın kainattan ayrık olduğunu ve onun dışında olduğunu söylememiz de O’nunla kainat arasında bir mesafenin bulunmasını gerektirir, ki mesafe mekandır. Allâh’ın her hangi bir mekana hiç bir yönden temas etmediğini belirtmişizdir.’” Burada sözü sona ermiştir.

Bu değerli bilgilerin paylaşımı, el yazma eserlerine vakıf olan allame, muhakkik üstad el-Hararî'nin , ibni teymiyenin dalaletlerini delilleriyle ortya koyduğu "Makâlatu's-Sunniyyeti fi keşfi dalâlâti Ahmed ibni teymiye" isimli kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.

H
anefilerin büyük bir âlimi ve lügatçilerin sonuncusu olan İmam hadis hafızı Murteza ez-Zebidi, "İhyâ-i ulumeddin" kitabını şerh ettiği “İthaf es-Sâdeti'l Muttekîn” adlı kitabında şöyle demiştir: “Allâh Teâlâ, bir halden başka bir hale değişmekten veyahut bir yerden bir yere geçmekten münezzehtir. Bu âlemin içinde veya dışında bulunmaktan da münezzehtir. Bir şeyle yapışık veya bir şeyden ayrık olmaktan da münezzehtir.”

Yine büyük Hanefi âlimlerinden olan İmam Allame Muhaddis Ebu'l Mehâsin el-Kavukci “El-İtimad Fi'l İtikad” adlı kitabında şöyle demiştir: “Allâh, yönlerden ve cisim olmaktan münezzehtir. O’nun hakkında, (haşa)"Sağı, solu, arkası, önü vardır, Arş’ın üstünde, altında, sağında, solunda bulunmaktadır, Âlemin içinde veya dışındadır." demek caiz değildir. (Haşa) "O’nun yerini O’ndan başka kimse bilemez" de denilemez. Ve her kim “Bilmiyorum Allâh gökte midir, yerde midir?" der ise küfre düşer. Çünkü bu iki yerden birini, Allâh’a mekân olarak nispet etmiş olur.”




[1] İbni Hacer, imam Ebu Masur el-Bağdâdîyi:”Dostlarımızın -yani şafiîlerin- imamı olan büyük imam” diye nitelendirmiştir ve bu imam, Beyhakinin de bizzat hocalarından birisidir
[2] Tefsiru’l Esmâi ve’s-Sifât,
el yazması, s. 151, Türkiye-Ankara
Raşid Efendi no: 497


Bu bilgileri arapça olarak okumak isteyenler için:
قال الإمام أبو منصور المحدث الفقيه الشافعي البغدادي الذي وصفه ابن حجر بأنه الإمام الكبير إمام أصحابنا أي الشافعية وهو من جملة مشايخ البيهقي:[1]"وأجمع أصحابنا على إحالة القول بأنه في مكان أو في كل مكان، ولم يجيزوا عليه مماسة ولا ملاقاة بوجه من الوجوه، ولكن اختلفت عبارتهم في ذالك فقال أبو الحسن الأشعري: إن الله عز وجل لايجوز أن يقال إنه في مكان ولا يقال إنه مباين للعالم ولا إنه في جوف العالم لأن قولنا إنه في العالم يقتضي أن يكون محدودا متناهيا، وقولنا إنه مباين له وخارج عنه يقتضي أن يكون بينه وبين العالم مسافة والمسافة مكان، وقد أطلقنا القول بأنه غير مماس لمكان" ا.هـ

[1] تفسير الأسماء والصفات (ص/151) مخطوط
راشد أفندي 497 - تركيا /أنقرة

Burada Yayınlanan Bilgilerin Paylaşımı Hakkında

Burada paylaşılan bilgilerin, alıntılanarak başka bir sitede yayınlaması için izin almak gerekmez. Başka insanların yazmış olduğu faydalı bilgileri paylaşmak için Dini açıdan izin almak şart değildir. Önceki zamanda gelmiş alimler, kendi elleriyle kitap telif ederek emekleri daha çok geçtiği halde kitaplarının çoğaltılması hususunda bunun izinsiz olarak yapılamıyacağına dair bir hüküm vermemişlerdir. Çünkü bu İslâm Dinine göre caiz olan bir durumdur. Yani bir kitabın yazarından izin almaksızın o kitabı çoğaltan bir insan mahsurlu olan bir duruma düşmemiştir. Din adına aksini iddia edenler Dine aykırı bir söz söylemiş olurlar.

Ancak kişinin, başkalarına ait olan araştırmalarını kendine aitmiş gibi bir izlenim bırakması da uygun bir davranış değildir. Sözün kısası, başkalarının da faydalanması için alıntılanacak yazının kaynağı belirtilirse uygun olur. Böylece okuyucular diğer yazılardan da faydalanabilirler.

İletişim

Tekliflerinizi ve yazılmış hatalar varsa bu hususlarda ikazlarınızı şurayı: Profilimin tamamını görüntüle tıklayarak ilgili sayfada görüntülenen iletişim kısmındaki email adresi aracılığıyla iletebilirsiniz.

Hakkımda

İlimsizce fetva verenlerin ve kafa karıştırcı bilgileri etrafa yaymaya çalışan birçok insanın önceki zamanlara nazaran oranla daha çok türediği bu zamanda Ehl-i Sünnet'in gerek arapça gerekse türkçe dilinde yazılmış olan kaynak eserlerinden yararlanmak suretiyle İslâmi hakikatlerin ortaya çıkması için müslümanların hizmetine yaptığım araştırmaları paylaşmak isterim. Yüce Allâh'tan niyetimi Kendisi için hâlis kılmasını, riyâkar olmaktan korumasını ve hâlis bir niyet üzerinde kalmamı nasip etmesini dilerim.